Bayburt’un Huykesen’i

Çoruh Nehri.
Çoruh Nehri.

Erzurum Havalimanı’nda güneş, değişik ışıldıyor. Hava bir başka temiz. İlk karşılaşma bu… Memleketimin çok yerini gördüm ama ilk kez bu güzel kentteyim. Üstelik bizimkiler de yanımda; eşim, kızım. Erzurum çarşı pazar, içinde bir kız gezer türküsü ucunda dilimizin… Çıkış kapısında bizi, çok sevgili aile dostlarımız Bahir Oltulu ve kız kardeşi Bahire Ablamız beklemekte. Eski Bayburtlu ikisi de... Onların geçmişine doğru bir yolculuk yapacağız. Gündem yoğun.

Araba kiralamışlar. Koyuluyoruz yola. Camları fora ediyoruz, güzelim bir koku havada. TRT Türkü radyosunu da açtık, tamam işte, demli çay kıvamında her şey. Bahir Abi varken, başka kanal dinlenemez zaten. İlle de canım türküler.

Bayburt Saat Kulesi.
Bayburt Saat Kulesi.

Aşkale’den geçerken Varlık Vergisi’ni konuşa konuşa buluyoruz Bayburt’u. O vakte kadar okumamıştım; memleketimizde bu tür mevzuların Batılıların bakış açısıyla irdelendiği malumdur. Oysa direksiyonda, türküden vazgeçip Cahit Kayra’nın Varlık Vergisi kitabını okudun mu diye soruyor Bahir Abi. Hiç duymamıştım o güne dek, oysa şair dediğin tarih bilecek. Sürecin bizzat tanığı olan bir bilimcinin yazdıkları, işin bilinmeyen yanlarına da dikkat çekiyor. Üstelik, “bak kardeşim, o öyle değil, biraz da şu var” diyemedikçe, neden kitap yazar ki insan?

Az sonra kent merkezindeyiz. Karşımızda 1924’te tamamlanan, yirmi bir metrelik, zarif bir delikanlı gibi bekleyen saat kulesi. Ne güzel görünüyor. Az ötede, kentin orta yerinden şırıl şırıl bir Çoruh akmakta ki yemyeşil. Öyle güzel ki insan hemen sulara bırakabilir kendini.

Vakit yaz sonuna doğru olsa da hava serinliyor. Buralar böyledir diyor Bahir Reis, sen bir de kışın gör! “De get Bayburt” türküsü için bir parantez açıyorum sohbetin arasına; bizimki, o türkü burada askerlik eden, bir an önce sılaya dönmek isteyen bir gencin türküsü; gel gör ki daha güzelleri var, diyor.

Korgan Köprüsü.
Korgan Köprüsü.

Biz ikimiz böyleyizdir, yan yana olduk mu değme keyfimize, şiirimize, türkümüze! Hanımlar acıkmış. Eh, biz de öyle. Çarşının içinden geçip Zafer Lokantası’nın yolunu tutuyoruz hemen.

Bayburt’un meşhur yemekleri var. Var ki nasıl! Karapancar, ekşi lahana, suböreği, tel helva, lor dolması, papara, Bayburt tava, ziron, herse. Ayrıca yöreye özgü kesme, kavut çorba, yavan ve tatlı çorbalar. Kesme çorbaya bayılıyoruz. Lokantanın döneriyse dillere destan. Lor dolmasını hiç yazmayayım burada… Nar çiçeği rengi çaylarımızı içerken anlatıyor bizimkiler. Kentin topraklarının az bir kısmı ormanmış yarıya yakını mera ve yayla, yüzde yirmi civarı da kayalık, bozkır ve ekilebilir alanlar...

Feraşatbey Cami.
Feraşatbey Cami.

Şair dediğin ağzının tadı kadar coğrafyayı da bilecek. Yemek sonrası kaleye çıkılacak Allah’ın emri. Bayburt’u gözleyen kale, güçlü ve zengin bir geçmişin deli dolu tanığı. Bir zamanlar heybetli burçları, surları, geçitleri, dillere destan çini süslemeleriyle nam salmış. Sarp ve kayalık bir tepede şimdi yorgun ama güçlü bir ihtiyar gibi zamanın başında, işinin başında. Kimden kalmadır acaba, kimlerden, koca Anadolu’ya gölge, ışık düşürmüş hangi medeniyetten. Dede Korkut hikâyelerinde, Bamsı Beyrek'in, fethedip ün kazanmak için yola çıktığı kaledir, meşhur yani. Türk mitolojimizin efsanevi şahsiyeti, Oğuzların bilgesi dedemiz Korkut da bu yörede yaşadı denilir; hatta dedeye atfedilen türbe Yıldırım Köyü’nde, gidenler görebilir. Dış yüzeyinde mor, yeşil ve firuze renkli çiniler kullanıldığı için Osmanlı döneminde buraya Çinimaçin Kalesi denmiş. Bugün o kadar fazla çini yok sanırım, olanların da eskiden kalma olmadığını düşünüyorum. Ya da çok iyi korunmuş.

Bayburt’ta, zamanında Türk halkının gördüğü zulmü anlatıyor dostlarımız, çocuklukta burada geçirdikleri kışları, nehre doğru kaçışlarını, yazları nehirde oynadıkları oyunları, bir sessiz suyun, insanın çocukluğuna nasıl karışacağını görüyoruz usulca. Bir şair sudan da anlamalı, suyun olduğu her yer bir şiire akıp durur.

Baksı Müzesi.
Baksı Müzesi.

Bizimkilerin bir eski arkadaşlarına bakmak için girdiğimiz mahallede, küçücük bir dükkândan çıkan yaşlı koltukçu amca bizi içeri davet ediyor sonra. Biraz konuştukça anlıyoruz. İlkokulu birlikte okumuşlar Bahir Ağabeyle. Aynı kişileri tanıyorlar. Küçük yerlerin küçük şiiri bu, bir şair bunlarsız etmemeli. Çaylar, kahveler; nasıl bir dost sıcaklığı. Şehir çocuğu bizim Nar, bunca yakın ilgiden nasıl mutlu, nasıl şaşkın…

Akşama doğru çıkıyoruz kent merkezinden. Vedalaşıyoruz kaleyle, şen olasın! Kırk beş kilometre ötede Bayraktar Köyü var. Burada da Çoruh Vadisi’ne bakan kıraç bir tepede kurulu bir müze: Baksı Müzesi…

Ressam, akademisyen, buraların çocuğu Hüsamettin Koçan, zamanında babasının yolunu gözlediği tepeye kurmuş müzesini. Mekân, Avrupa Konseyi Müze Ödülü’nü de aldı geçtiğimiz yıllarda. “Burada yapılaşma dahil her şey hayatla ve insanla ilgili,” diyen Koçan’ın müzesinde, sanatsal ve kültürel, tarihsel ve yerel, çeşit çeşit eser sergileniyor. Tesadüf bu ya, Türkiye’nin entelektüel çevresinden birçok gazeteci, eski dostlarım da var aralarında, o akşam orada. Müzedeki yeni serginin açılışı için davet edilmişler. Vadinin sessizliği, dağların kimsesizliği ortasında, gece nasıl da serinliyor. Bambaşka bir ortam. Ateş yakıyoruz. Havada çetin, çivi gibi, insanı kendine getiren müthiş bir serinlik. Dağların, vadinin, ıssızlığın ortasında, şiirler, türküler, sohbet muhabbet.

Ertesi gün Bayburt’un yerlisi köylüler çıkageliyor müzeye. Hüsamettin Hoca’nın herkese tek tek oradaki her şeyi anlatışı. Sanatın, insanlara kayıtsız şartsız ulaşan gücü hepimizi çok etkiliyor. Öyle iyi duygularla ayrılıyoruz ki müzeden. Havalimanına dönerken Erzurum’a, çifte minareye, kıtlama çaylara da uğruyoruz ki kimsenin, hiçbir şeyin hatırı kalmasın. Bir şair en çok da hatırı bilmeli değil mi?

Bayburt Kalesi.
Bayburt Kalesi.

Dönerken aklımda hâlâ gezimizin güzelliği. Baksı Müzesi’nin hemen arkasında, 1,5 kilometre ötede, Huykesen ağacı diye, çok eski bir ağaç var. İskitleri bile tanımış olabilir bu ağaç. Bir Şaman ağacı. Bahir Abi, Nar, ben ağacın yanına gidip sohbet ettik. Bir dal armağan etti bize, düşürüp kollarının birinden. Uçağın penceresi ardından geceyi izlerken, Anadolu’yu; şu koca toprağın, ne büyük bir destana, şiire sahip olduğunu düşünerek tatlı bir yorgunlukla uykuya dalmışım iyi mi! O geziden hâlâ, en çok Huykesen’i hatırlarım. Eh, bir şair en çok da ağaçların dilini bilmeli…