Beşiktaş’ta bir şiir yürüyüşü: Tarancı’dan Necatigil’e iz sürmek

Beşiktaş.
Beşiktaş.

Hey gidi Beşiktaş derim tabii. Niye? Niye mi? Eh, Sabahattin Kudret orada yetişmiş de ondan; İstanbul efendisi Cihat Burak, semtteki Şair Nedim İlkokulu’nun projelerini çizmiş; incelikli öykülerin yazarı Sevinç Çokum, kız lisesini burada bitirmiş; Orhan Veli, sokaklarında çocuk olmuş, hatta heykeli de Vişnezade Parkı’nda; Nahit Sırrı Bey liseyi Beşiktaş’ta tamamlamıştır. İskelesine yakın bir köşkünde, şimdi otel maalesef, Ziya Osman dünyaya gelir; Mehmet Emin Yurdakul ise Serencebey Yokuşu 40 numarada aralamıştır gözlerini hayata; Neyzen Tevfik ise bu semtte yaşadı bir zamanlar. Yetmez mi?

Yetmez! Beşiktaş derken, Kabataş Erkek Lisesi de anılmayı hak eder. Okulun öğretmen kadrosuna bakınca yolu Beşiktaş’a düşen ustaları anmadan edemeyiz: Reşat Nuri Güntekin, Ali Canip Yöntem, Memduh Şevket Esendal, Mükrimin Halil Yinanç, Nihal Atsız, Hilmi Ziya Ülken, Nihad Sami Banarlı, Faruk Nafiz Çamlıbel, Zeki Ömer Defne…

Türk şiir tarihinin en güzel verimlerinden biridir. Haydi Abbas, der şair Cahit Sıtkı Bey, vakit tamam diye de ekler. Çok gençtim ve o duyguyu kavrayamazdım. Yani şiirin genelindeki baskın havadan söz ediyorum. Belli belirsiz özlem, bir hasret vardı dizelerin arasında gezinen. Bulutlu bir şey. “Akşam diyordun, işte oldu akşam…” Dize böyleydi ve bana inadına Haşim’i çağırırdı, “akşam, yine akşam, yine akşam.” Ne kaçınılmaz şey değil mi karanlık.

Ama Tarancı, sanki Haşim’den daha dertlidir. Sanki illa ki bu derdi, keder bulutlarını Puşkin misali dağıtmak için “o yiğit, delikanlı gençliğinin ateşini söndürmeye” masaya geçecek, iki kadeh bir şey parlatacak. Neden? Eh, belli ki kedere kapılmıştır. Hepsinin nedeni son dizeye doğru ortaya çıkar Haydi Abbas’ta. Cahit Bey, Abbas’a seslenir, şöyle der: “Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan, yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan…” O ilk sevgiliye şair bir şiirinde de “gönül sende, göz yolda kaldı; / Ne postacı semtime uğrar; / Ne turnalar selam getirir; / Vefasız çıktın Beşiktaşlım” diye seslenirdi. Hakikatten böyle biri vardı demek, kimdi acaba?

Dolmabahçe Sarayı.
Dolmabahçe Sarayı.

Beşiktaşlı âşık, sadece Tarancı mı? Hayır, yukarıda bir okulla adını andığım Nedim de var. Nefis gazeli unutulur mu? Hani “Murâdın anlarız ol gamzenin iz'ânımız vardır / Beli söz bilmeziz ammâ biraz irfânımız vardır.” O gamzenin diyor, ne demek olduğunu anlarız, anlamayı biliriz; evet, söz bilmeyiz belki ama kültürümüz vardır” demeye getirir şair. Nasıl gamzelerse artık, canı yanmış demek. “Münâsibdir sana ey tıfl-ı nâzım hüccetin al gel / Beşiktaş'a yakın bir hâne-i viranımız vardır” diye devam eder. Gel diyor şair, “Beşiktaş’a yakın bizim de bir viran hanemiz var, gel, belgesini tapusunu falan al, senin olsun” diyor. Sadece 1730’da terk-i dünya eyleyen Nedim değil, ondan iki asır önce Yahya Efendi, hatta on dokuzuncu yüzyıl başında da büyük Sünbülzâde Vehbi hep Beşiktaşlı…

Saat Kulesi.
Saat Kulesi.

Rahmetli Attilâ İlhan, Sokaktaki Adam romanında, Dolmabahçe’den semte doğru gelirken bulvar üzerindeki ulu ağaçları ne güzel anlatır. O yolu defalarca yürüdüm. Nihayet sonunda Beşiktaş İskelesi görünür. Vedad Tek’in mi, Ali Talat’ın eseri mi acaba iskele. Anımsayamadım birden. Ama zarif çinileri, Mehmed Emin Efendi’ye ait olmalıdır.

İskelenin tam karşısına da Barbaros Anıtı… Ne kadar baksak da görmeden geçtiğimiz bir güzelliktir şehrin orta yerinde. 13 Nisan 1944’te Ulus’ta Tanpınar, bu anıtla ilgili nefis bir yazı yazar: “Seyredenlerin alnını bir okyanus rüzgârının serinliğiyle dolduran bu tunç̧ zafer rüyasını, Barbaros'un içinden yetiştiği ırkın öz çocukları vermiştir. Yarının bu alaca sabahta, titreye titreye çantası koltuğunda ilk mektebe giden Beşiktaşlı çocukları arasında, birisi, gelip geçerken seyrettiği bu heykele bakarak sanat aşkının kendisini ısırdığını hisseder ve kendisini heykele veya resme verirse, sanatkâr kaderini alevden bir gömlek gibi sırtına giyerse Türk tarihinin seyrine bir zincir daha ilave edilecek, bir gelenek daha kurulacak, bir tohum daha yeşermiş̧ olacaktır. Onun içindir ki bu abide ve yurdun her tarafında az çok görülen, fakat yapanlarının adları gereği gibi tekrarlanmayan kardeşleri, bugünün üzerinde en ehemmiyetle durulacak milli hadiselerinden biridir.” İnsan bazen böyle yazıları okuduğunda geçmişte bazı konularda ne kadar ileri olduğumuzu görüp hayıflanıyor. Bugün o heykel, Tanpınar’a söylediklerini kime söyleyebilir acaba?

Dolmabahçe Camii.
Dolmabahçe Camii.

Beşiktaş deyince belki de en unutulmaz ismi sona bıraktım. Barbaros Meydanı adlı şiirini hiç unutmam: Selim İleri’nin bir uygarlık aşısı, insanlık bildirisi dediği büyük usta Behçet Necatigil Beşiktaş'ta, pazar yerinde, balıkçılara, sebze meyve satılan alana çıkan küçük, daracık sokaklardan halen çıkıverecekmiş gibi… Şairin ruhu gezinir durur orada, arka sokaklarda, otomobillerle, kamyonetlerle yayaların bir arada güçlükle yol aldıkları dar geçitlerde. Yüzünde hep gülümseyiş, çoğu kez elinde filesi ya da kitaplar, ola ki pazardan veya Beşiktaş postanesindeki posta kutusundan geri dönerdi, der İleri. Bir posta kutusu vardı evet Necatigil’in. Elektronik değil, postanede…

Necatigil’in Beşiktaş’taki apartman dairesinden (küçücük bir odası vardı, “küçücük bir oda verin, kehribar yüzü öylece kalsın” derdi bir şiirinde), yetmişlerin başında, geçen yüzyılda, Süslü Karakol Durağı görünürdü. Bu isimde bir oyunu da bulunur. Ustayı şu şiirle anayım da vapuru kaçırmayayım: “Çocuklar orda büyüdü / Orda okula gitti, / Komşunuzduk ama görüşemedik / Hiç vakit yoktu. // Sizdendik, yalnız biraz okumuş, / İki kadın, bir erkek, iki çocuk / Uykulu, acele bir karıkoca / Bizdik geçen önünüzden başları eğik. // Akşamları çanta, file - yorgun, ağır / Dönerdik eve. / Bir hamal bile tutmaz, cimriler! / Diye düşünürdünüz her halde...”

Beşiktaş iskele.
Beşiktaş iskele.

*Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.