Beylerbeyi'nde sessiz bir sabah

​Beylerbeyi.
​Beylerbeyi.

Beyhude meraretleri kalbinden sil

İstanbul’un etrafı geniştir bunu bil

Nefrette isen bu beylerin halinden

Beylerbeyi sahilinde maziye çekil

Yahya Kemal Bey bir rubaisinde böyle buyurmuş. Kalbindeki boş tatsızlıkları sil diyor ilk dizede. İyiden iyiye yıldın diyelim her şeyden, Beylerbeyi sahilinde maziye çekil diyor; iyi gelir. Herhangi bir yerde değil, Beylerbeyi’nde maziye çekil diyor, önemlidir.

Bakın hele: Yahya Kemal’in andığı mazide kalmış bir sabah var şurada bir köşede. Beylerbeyi İskelesi yaz sabahlarının güzelliği içinde. Temmuz ya da ağustos olacak. Vapura biniyor Mehmet Âkif Ersoy ile Ferit Kam… Ferit Kam’ı bugün kaç kişi hatırlar. Köprüye kadar iki büyük usta edebiyat konuşacaklar. Neredeyse duyuyorum kokusunu, menekşe rengi boğaz sabahı. “Güzeller mihriban olmaz hemen yalvarı görsünler” dizesini anıyor Âkif. Kam da anlatıyor, öğreniyorum: Yalvarı görmek demek, yalvarmak demek değil. Yalvar, Kanuni döneminde kullanılan gümüş paranın adıymış. Ferit Hoca nasıl da tatlı dilli. Böylece maziye dalmak, Küllük ya da Meserret’te ya da böyle bir Boğaz vapurunda duymak konuşulanları, ne güzel.

Abdülhak Şinasi Bey’in bize anlattığı Boğaziçi'nde, en kalburüstü bürokratlar hep Beylerbeyi’nden çıkar. Eski adabın, erkânın, teşrifatın, Osmanlı tarzının simgesidir semt. Sabahleyin memurları İstanbul’a indiren vapur, her iskelede üç dört dakika durur fakat Beylerbeyi'nde on beş, bazen yirmi dakika bekler. Semtin has çocuğu Haldun Taner anlatır: “Önce siz buyurun beyefendi”, “estağfurullah siz buyurun”, “imkânı yok mirim, vallahi geçmem”, “türabınız olayım, kerem edin”, “and verdim ama, vallahi geçmem” şeklindeki alçakgönüllülük yarışı iskelede sürüp gider, nihayet kaptanın sabrı taşar, düdüğünü birkaç kez çalmak zorunda kalırmış. Bu yüzden Boğaz’da şöyle bir laf alıp yürür o zamanlar: “Çengelköy'ün sebzevatı, Kuzguncuk'un muzehfaratı, Beylerbeyi'nin teşrifatı.” Muzehfarat, yalanlar demek bu arada… Artık neler oluyorsa Kuzguncuk’ta…

Beylerbeyi Sarayı,
Beylerbeyi Sarayı,

Beylerbeyi Camisi’ne komşu ağaçlar, mazide kalan bu sabahta yalvarırlar gibi parlıyor. Bir yakada, Kuzguncuk’a doğru, güngörmüş serviler, öte yanda fısıltılarıyla çam koruluğu. Hilmi Yavuz’un dost erguvanları çıkageliyor bir yandan. Boğaziçi, geçen yüzyılın başlarında hâlâ bir yaz ve deniz diyarıydı. Yaz belki de dünyada en çok şu Boğaziçi denen sihirli âlemi kendine yurt tutardı.

Sonra bir kız. O sabah karşılaşıyoruz onunla. Tanpınar’da, Beş Şehir’de İstanbul’u anlatırken karşılaşmıştı onun güzel yüzüyle. Ölümsüz mü acaba? Zaman ona işlemiyor mu? Anlatsın: “… alelade gazete tefrikalarından duygu hayatını tatmin eden, aynı sinema yıldızlarını seven ve hayran olan ve hayatın fakirliği içinde aynı şekilde canı sıkılan” bir kız. Kültürü, geçmişi, derinliği seven Tanpınar’ın gönlünü pek çelmeyecek, bakışına cevap vermeyecek bir kızdır aslında bu. Fakat Beylerbeyi'nde yaşaması, bu çok sıradan kızı yazar için anlamlı kılacak: “2. Mahmut’un debdebeli binişlerine şahit olduğunu bildiğimiz ve bütün o küçük saraylarda, yalı ve köşklerde yapılan musiki fasıllarından bir şeyler sakladığını zannettiğimiz bu sokaklarda ve meydanlarda yaşadığı için bize daha başka ve zengin bir alemden geliyor hissini verir, onu daha güzel değilse bile bize daha yakın buluruz.”

Aynı kız mı o? Oktay Akbal’da geçmiş bir aşkı belki bu yüzden tam da Beylerbeyi’nde hatırlar: “Çengelköy ile Beylerbeyi arasında. Yanmış̧ bir yalının boş arsası, bir yanı kahve. Yaşamda bir durak. Dikmişler yolunuzun önüne koca bir kaya. Orada duracaksın sen bir genç̧ kadınla el ele, denize bakacaksın, ta ortasına, sonra karşı kıyılara, bulutlara, vapurlara, belki de geçen bir uçağa. Donup kalacak o an. Buzlaşacak, taşlaşacak. Geçip gideceksiniz, eller çözülecek bağlanacak. Başka eller girecek, onların sıcaklığı, soğukluğu...”

Peki bu beylerin beyi kim acaba? Beylerbeyi adı nereden geliyor? Semte ne zaman bu isim verildi? Kesin bilgi yok. Bununla birlikte 17. yüzyılın büyük ustaları Evliya Çelebi ve Eremya Çelebi’de bu isme rastlanmıyoruz. Demek 18. asrın ortalarına bakacağız. Evliya Çelebi ve çağdaşları, bugün Beylerbeyi diye bildiğimiz yere İstavroz Bahçesi diyor. Stauros. Bizans’taki adı. Eremya, 17. asır sonlarında İstavroz'da sadece kubbesi kalmış bir Bizans kilisesi gördüğünü anlatır. Defineye malik viraneler vardır denir ya, o cinsten yıkık, kırık dökük, her yerinden mücevher taşan tuhaf şehrimiz, İstanbul bu… Buradayız.

Büyük usta Reşat Ekrem, İstanbul Ansiklopedisi’nde yukarıda andığımız İstavroz Bahçesi’ni anlatır. Ustamız Salah Birsel de sarıpapa nam bir şeftaliden söz ediyor bu bahçede yetişen. Rüya gibi bir tanım: “Lal renginde, güzel kokulu, misket elması büyüklüğünde bir şeftaliymiş ki o kadar olur” diyor.

Beylerbeyi İskelesi.
Beylerbeyi İskelesi.

Fetihten yüz yıl kadar önce, Türklerin buralara geldiğini belirtiyor Reşat Ekrem Koçu. Beylerbeyi İskelesi’nin sırasında, meydandaki camiye bakan tarafta 200 yıllık tarihi kahvenin bulunduğu yerdeki namazgâh, fetihten de eski diye not düşüyor. Semtin padişahlar tarafından itibar görmesi 2. Mahmud dönemine denk düşer. 1800’lerin ortalarında artık Boğaziçi, ön plana çıkan, sarayın önem verdiği bir bölge. 2. Mahmud, bugünkü Beylerbeyi Sarayı’nın yerinde önce ahşap bir saray yaptırmıştır. Camiyi büyütüp meydandaki çeşmeyi kondurmuştur sonra zamanın orta yerine… Sarayı uzun uzun anlatmak gerek. Burada yerimiz kalmayacak. Sabah ilerliyor.

Beylerbeyi’nin çocukları var. Refik Halit burada doğmuştur. 1918’de Peyami Safa, Beylerbeyi’nde Hamidiye Kruvazörü̈ emekli süvarisi Emin Okutan Bey’in Hacı Ömer Sokağı ile Gümüş Yol sokağı arasındaki pembe boyalı köşkünün üst bahçesinde küçük bir eve taşınır ve burada bir müddet yaşar. Server Bedii takma adını kullanmaya burada başlamıştır. Küplüce mezarlığına uğrayalım hemen, vapuru kaçırmayalım. Haldun Taner’i, Asaf Halet’i görelim, rahmet okuyalım. Yolumuz uzun. İstanbul, hayatla dolu.