Bilinmeyen yazarların en bilineni: Milan Kundera

Milan Kundera.
Milan Kundera.

Düşünen romanın mucidi değil. Ama santrforu. Alman, Fransız ya da İngiliz değil. Ama Avrupa’nın en büyük romancılarından. Ülkesinde yaşamıyor. Ülkesinin üvey evladı. Tıpkı Bernhard gibi. Sade, düz ve programlı bir hayatı var. Yani şair de değil. Her büyük varoluşçu gibi komünist. Komünistlerce dışlanan bir komünist hem de. Zaten çoğunlukla böyle olur. Fikirlerinizi ahlâkla boyadığınızda fikirdaşlarınız hep dışlar sizi. Benzer durum Paris’te Lacan’ın da başına gelmişti. Freud sonrası bu en büyük psikanalist, Psikanaliz Derneği’nden kovulmuştu.

Yük ne kadar ağır olursa yaşamlarımız o denli yaklaşır yeryüzüne. Daha gerçek, daha içten olur.”

Kundera, söyleyeceği her şeyi romanlarında anlatmayı seven bir yazar. Bu tavrı onun metinlerini romanın dışına da taşırıyor. Aslında her Kundera romanı yeni bir roman tanımıyla birlikte geliyor. Kurgunun klasik enstrümanları onun için çok matah şeyler değil. Sadece söylenmesi gerekeni, bir hikâyeyle yapışık hâle getirmek istiyor. Ve bu tavrı onu kesinlikle didaktik hâle getirmiyor. Okurunu en çok cezbeden de bu tarafı.

Kundera okumak insan ilişkilerine dair verilen bir kursa katılmak gibidir. Özellikle ikili ilişkileri sahici ve analiz ederek aktarmada usta bir yazar o. Anlatırken yargı dağıtmıyor. Bağırmıyor. Doğruları işaret etmiyor. Doğrunun askeri olmaya çalışmıyor. İnsanın en çok uğradığı mekân olan belirsizliği onun romanlarında bir imla kuralı olarak her satırda görebilirsiniz. Anlamaya çalışmak. Tek yaptığı bu. Ama bir terapist gibi değil, bir arkadaş gibi.

Onu diğer varoluşçulardan ayıran şey; gece gündüz dengesi. Diğer varoluşçu starların metinlerinde saat hep gecede durmuş hâldedir. Bir türlü gündüz olmaz. Kasvet karanlık bunaltı as oyuncularıdır hepsinin. Kundera böyle değil. Onun saatinin pili bitmiyor. Saat hep işler vaziyette. İnsanın yeryüzünde durumu çok trajik evet. Ama Kundera sadece o trajik atmosferde takılıp kalmıyor. Öyle karakterler yaratıyor ki dünya komik bir mecra hâline geliyor. Ya da umut dolu ya da iyimser, ya da daha renkli. Ama bütünüyle karanlık değil.

Son zamanlarda Nobel Ödülü gündeme geldiğinde edebiyat kamuoyunda artık ödülün Kundera’ya verilmesi gerektiğine dair düşünceler ön plana çıkıyor. Haklı ve makûl bir beklenti elbette. Verilse güzel olur. Yakışır da. Periferiden gelen yazarların ödüle layık görülmesinde edebiyat performansından başka değişkenler de devreye girdiği için belki de henüz Kundera ödüllü değil. Hem ödül alınca ne olacak ki? Can Yayınları’nın Kundera kapaklarına Nobel logosu iliştirmesinden başka ne olacak? Hayat ve gerçek edebiyat bir şekilde ilerlemeye devam edecek. Sömürüye, haksızlığa Can Yayınları’na ve berbat ciltlere rağmen hem de.

 Ticarî olarak en başarılı eseri ise 1984 tarihli Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği başlıklı romanı oldu.
Ticarî olarak en başarılı eseri ise 1984 tarihli Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği başlıklı romanı oldu.

Kundera’nın meşhur tezini bilenler bilir. Yavaşlık/ hız diyalektiği. Hızlanarak unuttuğumuzu yavaşlayarak hatırladığımızı söylüyor Çek yazar. Gerçi son dönemin en moda ideolojilerinden kişisel gelişim de böylesi bir tez ileri sürüyor. Fakat ilgisi yok. Kundera gerçek bir şey söylüyor. İnsani öze dokunan bir şey. Kişisel gelişimse slogan atıyor. Mevcut düşüklüğe karşı gözlerimizi kör etmek için gözlerimizi boyuyor. “Bisiklet hızından daha hızlı olan toplumlarda deformasyon başlar.” Kundera’nın sadece bu önermesi bile aklı başında insanlarca ciddiye alınsa tartışılsa yeni bir dünya için kurucu bir teklif olarak kabul edilse finansal hegemonyanın zaafa uğraması işten bile değil. İşte edebiyatın dönüştürücü gücü.