Bİr şehri tanımaya nereden başlanır?

O şehrin benim dünyadaki karşılığı o şehirle karşılaştığım zaman garip bir şekilde yabancılık çekmemeyi sağlıyor.
O şehrin benim dünyadaki karşılığı o şehirle karşılaştığım zaman garip bir şekilde yabancılık çekmemeyi sağlıyor.

Bir şehri gezip tanımadan önce o şehirle ilgiliiçsel intibalarıma bakarım. Bendeki karşılığı nedir?Hayalimde çizip de içimin duvarlarına astığımşehir resmine denk düşüyor mu veya ne kadarbenziyor?

Gideceğim şehrin anahtarı şiirimdedir

O şehrin benim dünyadaki karşılığı o şehirle karşılaştığım zaman garip bir şekilde yabancılık çekmemeyi sağlıyor. Gitmediğim şehirler bir imge olarak kendi fotoğrafıyla yüzleşeceği zamanı bekliyor içimde. Tunceli, Hakkâri, Artvin, Rize, Denizli, Manisa, Hatay… Şu ana kadar bu şehirleri görmek nasip olmadı. Fakat ben onlara gitmesem de onlar bana geldiler. Havasını teneffüs edip, caddelerinde dolaştım bu şehirlerin. Sularından içip sabahçı kahvelerinin mis gibi karanfil kokan tavşan kanı çaylarının saadetini yaşadım.

Gezeceğim şehirlerin kapısı içime açılır.

Bayburt, Niğde, Muş ve Van şiirlerim hep bu kapıyı zorlayarak doğdu.

Ne zaman bir şehre yolum düşse ilk önce onun bana açılan kapısını aramaya yönelirim. Yani bir şiire girer gibi girerim o şehre. Şiirin ilk dizesini arar gibi gezeceğim kentin giriş kapısını ararım. O kapının anahtarı muhtemelen hayalimde çizdiğim şehir kapısının önündeki paspasın altındadır. Şehri kendisi yapan sokaklara atarım kendimi. Bu sokakların en önemli özelliği üzerinde ilk yürüyen insandan bu yana aynı kalmış olmasıdır.

Antakya Uzun Çarşı.
Antakya Uzun Çarşı.

Sokak değişmezse yol, yol değişmezse yolcu değişmez. Yolun, yolcunun ve sokağın değişmediği bir ortamda zaman da değişmez. Şayet bu sokakta aradığım zamana rastlayabilirsem bu aynı zamanda orada kendime de rastladığım anlamına gelir. Kendime eşlik ederek bir “yol oğlu” edasıyla yatay bir zamanın üzerinde yürüyormuş gibi yürürüm. Hele bir de zaman karanlığın ayıpları bir fısıltı gibi sakladığı gece vakti ise uçsuz bucaksız bir şehrin dizginlerini ele geçirmişçesine gecenin içine akıp giderim.

  • Sokaklardan sonra şehrin ahvalini sorabileceğim gün görmüş, yaş yaşamış, ömür sürmüş birini ararım o sokaklarda. Kalaycıları, bıçak bileyicileri, çömlekçileri, sepetçileri, hasırcıları, çıracıları, urgancı, kendirci ve yazmacıları saklandıkları yerden çıkarmaya çalışırım. Salepçi, şerbetçi ve bozacıların yolunu beklerim. Gözümü şenlendirsinler diye cumbalı ahşap evlere sürünerek geçerim. Çerçilerin, zerzevatçıların ve “aç kapıyı bezirgân başı” oynayan çocukların içlerine karışırım. Sabahı bekler çarşı ekmeğinin kokusuna doğru yürürüm. Sabah namazından çıkmış cami avlusuna doğru yürüyen nur yüzlü ihtiyarların huzurundan pay almak için dua kıvamında bir selamla yanlarından geçerim.

Bir şehri tanımak ancak o şehirde gecelemekle mümkündür. Her şehrin aynı zamanda kendine özgü uyku tadı vardır. Hiç uyumak istemediğim şehirler de vardır elbet. Özellikle megakent olarak isimlendirilen yoğun nüfuslu büyük şehirlerde nedense uykumu engelleyen bir şeyler vardır. Bu kentlerde hayatın hızlılığı her şeyi peşinden sürükler, uyku da buna dahildir. Fakat “benim şehirlerim” diyebileceğim şehirler öyle değil. Onların her birinde zaman yavaş işler. Böyle olmasa bile, sanki ben şehre girer girmez şehir zamanı yavaşlatır ve adımlarıma ayak uydurmaya başlar. En az bir günü o şehirde yaşamayan kişi şehrin ne demek istediğini anlayamaz. Zira şehir sadece sureti ve siluetiyle değil, iklimi, denizi, ormanı, nüfusu, yokuşu ve inişi, tarihi ve talihi, kültürü, folkloru, trafiği, mutfağı ve damak tadı ile kendini ziyaret edenlere bir şeyler söyler.

Diyelim ki bir şehirde otelde konaklıyorum. Sabah çok erken saatlerde, daha şehir bile uyanmamışken şehrin ana caddelerinden şehre küsmüş varoşlarına kadar gelişigüzel dolaşırım. Benim gibi kaç tane var diye sağıma soluma bakmayı da ihmal etmem. Tan yeri henüz yeni ağarmaya başlarken uykusunu tam alamamış insanların o esrik ve şaşkın hali benim için hep görülmeye değerdir. Hayat kurulmadan evvel şehrin o yalın halini görmek de öyle. Hele bir de taze çaya eşlik edecek sıcak bir simit bulabileceğin bir kır kahvesine rastlamışsam keyfime hiç diyecek yoktur. Bu, gece geç vakitte bir işkembeci dükkânı da olabilir. Bir şehirden hafızada kalan en kuvvetli imge o şehrin damak tadını yansıtan lezzetleridir. Bir memleketi gezip ayağının tozuyla gelen kişiye bu yüzden alışılmışın dışına çıkarak “gezdiğin tozduğun senin olsun, bana yediğin içtiğini anlat!” diye ısrar ederim. Bilirim ki kokunun da lezzetin de insan hafızasında ayrıcalıklı bir yeri vardır.

Tarihi Murat Köprüsü.
Tarihi Murat Köprüsü.

Giderken geride dost bir insan, dost bir mekân ve dost bir zaman bırakabilmişsem şayet bu şehre yeniden gelmek için güzel bir bahane teşkil edebileceğine inanırım. Ne kadar kalırsam kalayım şehrin beni, benim de şehri dönüp dolaşıp hatırlayacağımız bir yaşanmışlık bırakmak isterim. O varsa oralı olmasam da o şehrin hemşerisi olmayı çoktan hak etmişim demektir.