Bir şehri tanımaya nereden başlanır?

“Büyük kentler insanı vahşileştirerek yeniden yalnız kılar”,
“Büyük kentler insanı vahşileştirerek yeniden yalnız kılar”,

Bir şehri tanımaya otogarlar, istasyonlar veya havaalanından başlıyor gibi gözüksek de aslında onu şahsi tecrübelerle hissettiğimiz anda tanımaya başlarız. Bu hissi tarih dolu bir mekânda, unutulmaz bir iklimde, bir kokuda, bir seste, bir dokunuşta, bir kayboluşta yaşarız. İlk defa gittiğimiz şehirlerde ne kadar kılavuza ihtiyaç duysak da kendi keşiflerimizden daha kıymetlisi yoktur. Sabah rehberle gezdiğimiz caddeyi akşam dostlarla beraber yürüyünce şehrin unutulmaz bir çehreye büründüğünü fark ederiz. Bir şehir, bize birçok duyguyu yaşatan insanlarıyla birlikte bir hatıraya dönüşür.

Her şehrin hem sıcak hem de soğuk yüzü vardır ve onları nasıl tecrübe ettiğimizle ilgili değişiklik gösterirler.

Bir şehri hiç görmemiş olsak da sanat yoluyla ondan büyülenebiliriz. İstanbul, Paris, Roma, Beyrut, Barselona…

Hafızamızı yokladığımızda hepsiyle ilgili en az bir şarkı, film veya tablo görmüşüzdür. Sanat, bizi şehirlere yaklaştırır. Mimarisi, tarihi, coğrafi güzellikleriyle öne çıkmış şehirler bir yana, içinde doğup büyüdüğümüz; ilk aşkı, ilk kavgayı, ilk heyecanları, aidiyeti, ilk ayrılığı yaşadığımız şehir, tüm güzelliklerle donatılmış gibidir. Uydudan bakılan fotoğraflara benzemez o şehir. Sokaklarında dolaşıp havasını teneffüs edince, o şehirle kurduğumuz şahsi bağımız önemlidir. İnsandan şehre, şehirden insana uzanan sıkı bir ilişki vardır artık. Birbirini inşa edip değiştiren bir ilişkidir bu.

Şehrin insanı değiştirmesi, yetiştirmesi, bağlılık veya uzaklık hissetmesi Baudelaire’in gün boyu aylaklık edip flâneur’lük yaptığı Paris’i akla getirir. Baudelaire şöyle tanımlar flâneur’ün şehre bakışını:

  • “Nasıl ki kuş havada, balık suda yaşarsa, o da kalabalıklarda var olur. Aşkı, işi, gücü kalabalıklardır. Kusursuz flâneur için, tutkulu gözlemci için, ahalinin tam orta yerini, hareketin gel-git noktasını, gelip geçici ile sonsuzun arasını mesken tutmak müthiş bir keyiftir. Evden uzak kalmak ama her yerde evinde hissetmek; dünyanın merkezinde olmak, dünyayı gözlemek ama dünyadan saklı kalmak...”

Bunu başarabilen insan, şehrine hem aidiyet hisseden hem de onu değiştirip geliştirme imkânı bulacak kişidir. Hem şehrin akışına dahil olmuş hem de şehri gözlemlemekten vazgeçmeyen aylak bir yerli: İnsanı imrendiren bir telaşsızlık...

İnsanlar, yaşadığı mekân ve ona yüklediği anlamla ortaya çıkan bir yaşam değeri ve amacına sahip olduklarında paha biçilmez bir aidiyet hissederler. Kültürel değerlerin inşa edildiği gündelik eylemler, insanları aynı çatı altında birleştiren mabetler, aynı zamanda tarihsel bir taşıyıcı olan çeşmeler, köprüler, daima buluşma hatta ayrılma mekânları olan meydanlar, yaşamın cıvıl cıvıl aktığı pazar yerleri ve çarşılar, sessiz ve derinden bir çağrıyla mezarlıklar, aralarında dostlarımıza rastlayacağımız sıcaklıktaki sokaklar… Şehrimizle geleceğe uzanan bir ilgi, alâka ve aidiyeti yaşatırlar. Biz şehri kurarız, şehir bizi yeniden inşa eder ve yaşatır.

Biz şehri kurarız, şehir bizi yeniden inşa eder ve yaşatır.
Biz şehri kurarız, şehir bizi yeniden inşa eder ve yaşatır.

“Büyük kentler insanı vahşileştirerek yeniden yalnız kılar”, demiş Valery. Kalabalıklar insana yalnızlığını daha çok hatırlatır. Metropoller aslında insanın üzerine yürüyen binaların tahakkümüdür. Birçok insan bazen bu yalnızlık dolu hesapsızlığı ve daha birçok avantajı yaşamak için şehirlere gider fakat sonrasında doğadan uzakta aldığı dersle tabiata yeniden yakın olmak ister. Kendi adıma, doğup büyüdüğüm şehir olan Adapazarı, münbit, yemyeşil bir ova olarak kıymeti bilinen, içinden nehir geçen bir şehirdir. Sakarya nehrinin beslediği bir yeşillik... Sakarya ise Yunancada Zakharion, “saldırgan” anlamına gelen kelimeden türemiş. Demek ki Sakarya’nın coşkulu akıntısı adında gizliymiş. İçinden nehir geçen şehirler dünyanın en güzel şehirleridir. Ait olduğum yerde edindiğim tecrübelerle, yaşadığım hatıralarla bu cümleyi rahatça kurabiliyorum. Hayatın çağıltılı kaynağıdır nehirler. Sadece nehir değil, ilk diktiğim fidan, dalından meyvesini topladığım ağaç, koşarken dizimi kanatan sokaklar, okuldaki ilk günüm, ilk ateşlenme, ilk öğretmenim, ilk aşkım, ilk ayrılığım, ilk kavuşmam, ailem, dostlarım… Bana bunları yaşatan şehre bakışım, ilk defa ayak bastığımda şehrimden bir parça arayıp bulduğum ve fazlasıyla beni büyüleyen tüm gördüğüm şehirler… Hepsi içimde bana ait bir şeyleri diriltip yaşatmaya devam ediyorlar. Şehirler sadece dışımızda değil içimizde de inşa olurlar.

Evlerimiz, sokağımız sevdiğimiz yüzlerle doluysa nerede olursak olalım gönlümüz genişler, ferahlık dolar. Uzun veya kısa vakitlerde yaşadığımız şehirleri sırf bu sebepten bile olsa sevmemek mümkün değildir. Şehrimiz, sevdiğimiz yüzlerdir. O yüzlerin bizde bıraktığı hayattan ölüme kadar bizi saran hikâyelerdir.