Böyle gezmek mi olur?

Haedong Yonggung Tapınağı, Busan, Güney Kore'de bir Budist tapınağıdır.
Haedong Yonggung Tapınağı, Busan, Güney Kore'de bir Budist tapınağıdır.

Seyahat için bahaneye ihtiyacı olanlardanım. Canı istediği için şehir şehir, ülke ülke dolaşanlara imrendim, imrenmeye devam ediyorum. Ne yalan söyleyeyim, televizyonlardaki gezi programlarını izlerken bu imrenmenin yerini haset ve öfke alıyor biraz. Elin oğlu bizim hayal bile edemeyeceğimiz ülkeleri, şehirleri dolaşıyor, iki çift laf ediyor, turizm rehberliği kokan bilgi ucuz bilgilerle milleti ekran başında oyalıyor, üstüne de para kazanıyor. Elbette fırsat verseler dik âlâsını yaparım. (Bu cümleyi cümlemiz adına söylüyorum ey yârân). Serde mürekkep yalamışlık da var ya, adamın bozuk Türkçesine, cümlelerinin sıradanlığına filan takıyorum tabii. Hâlbuki adamlar doğrusunu yapıyor; televizyon seyircisini esas alıyor, kitap okuyucusunu değil.

Benim gezmelerim çok başka. “Bambaşka” ya da “harika” demiyorum, yanlış anlaşılmasın. Başka işte, gereksiz bir başkalık doğrusu. Kaç ülkeye seyahat ettiğimi bilmiyorum. Çok olduğundan değil, öyle oturup saymaya gerek görülmeyecek kadar az olduğundandır belki de.

İlk hangi ülkeye gittiğimi de hatırlamıyorum. Hâlbuki insan hayatından önemli bir tecrübedir, bizim gibiler için bir eşiktir, unutulmamalıdır. İlk uçağa bindiğim günü bütün ayrıntılarıyla hatırlıyorum mesela. Otuz yaşında aşılmış bir eşikti benim için. Belki de ondandır.

Mesele tam olarak şu aslında; gittiğim ülkelerde gezmenin, şehri yaşamanın, yaşanan anın tadını çıkarmanın ustası olamadım hiçbir zaman. O şehirde ya da o ülkede zamanın geri döndürülemez bir şekilde geçip gittiğinin şuuruna varamadım. İstanbul’da, Erzurum’da, Maraş’ta, Elazığ’da, Antep’te farklı mıdır zaman? Geri döndürülebilir mi?

Yakınlık, tekrarlanabilirlik hissini destekliyor galiba, bizi buna ikna ediyor. Ama mesela beş yıl önce gittiğim Güney Kore’ye elli sene daha yaşasam muhtemelen bir daha gidemeyeceğim. Tam olarak şunu söylemek istiyorum; kaplumbağa misali bir şekilde kabuğumuzun dışına çıktığımızda bilimsel, kültürel ya da “bilmem ne”sel endişelerimizi ve dahi kimliklerimizi bir yana bırakarak sadece ve sade bir insan olarak yaşamaya, bulunduğumuz ülkenin, şehrin havasını teneffüs etmeye, insanını tanımaya, güzelliklerini görmeye odaklanmak, hatıra biriktirmek yerine… Ne mi yapıyorum?

Seul, Güney Kore'nin başkenti ve en büyük şehridir.
Seul, Güney Kore'nin başkenti ve en büyük şehridir.

Çektiğim fotoğraflara baktığımda ne yaptığımı görüyor ve hayıflanıyorum. Yine de bir sonraki seyahatimde, bir başka ülke ya da şehirde de aynısını yapıyorum. Fotoğraflar bana mesela Güney Kore’de (belki bir başka yazıda bu seyahati yazmalıyım) anıtlara, mabetlere odaklandığımı, zamanımın büyük kısmını toplantılarda geçirdiğimi, Seul’ü doğru dürüst göremediğimi, hayata dokunamadığımı, yolumu müzelere ve üniversitelere düşürdüğümü söylüyor. Bir gezgin bilinci yok bende. Gezmenin (seyahat demeyi daha çok seviyorum) bir ontolojik tutum olduğunu (seyahat ontolojisi diye bir şey yazmak var uzun zamandır aklımda) düşünmeme rağmen bu bilinçten mahrumum. Yazmak biraz da böyle bir şey; başkalarının yaşadıklarını anlamak, açıklamak yaşamaktan önce geliyor. Ve galiba yazmayı kutsarken böyle büyük bir yanlışa düşüyoruz.

Seyahatlerimde beni hayıflandıran şeylerden biri de sürekli “fotoğraf çeken adam” konumunda olmamdır. Beraber seyahat ettiğim dostlar benden hep fotoğraflarını çekmemi istemişler belli ki. Kore’de, Almanya’da, Bosna’da, Kazakistan’da, Kırgızistan’da hatta defalarca gittiğim Azerbaycan’da bile doğru dürüst fotoğrafım yok. Seyahatlerde yol arkadaşlarımın fotoğrafını çekmekten hiç hazzetmem aslında. Makinemi yanımda başka şeyler için taşıdığım fikrinden kurtulamam. Müzeler, heykeller, kütüphaneler çekilmelidir hep. Neden?

Zaman zaman bu soruyu sorarım kendime ve kendimi tatmin eden bir cevap bulamam asla.

Müzeleri, kütüphaneleri, anıtları, meydanları çekmeliyim çünkü döndüğümde bunlardan bir yazı çıkarmam gerekebilir. Hep bu şuur, bu kör olasıca tutum… Yazarken falan ülkenin, falan şehrinin kültürel hayatını anlatacağım ya! “Sana ne?” öfkeyle söylediğim, sorudan çok bir azar içeren cümledir. Kim bilir kaç kere kurdum, kaç kere kızdım kendime de yine hiçbir şey değişmedi.

Bu müze ne zaman kuruldu, bu heykel kime ait, bu mabet hangi yüzyıldan kalma, bu topraklarda eskiden hangi kavimler yaşadı? Sadece iki ya da üç günlüğüne geldiğin bir yerde bu soruların peşine düşmek ne kadar anlamsızdır oysa. Bu soruların cevabı orada birkaç yıl yaşanarak, yavaş yavaş, sindire sindire alınabilecek cevaplardır oysa. Hiçbir eserini okumadığın bir yazarın hayat hikâyesini, yaşadığı aşkları merak etmek kadar anlamsız bir şey.

Kırgızistan, Orta Asya'daki bir ülkedir. Kırgızistan, günümüzdeki yedi bağımsız Türk devletlerinden biri olup Türk Keneşi ve TÜRKSOY'un üyesidir.
Kırgızistan, Orta Asya'daki bir ülkedir. Kırgızistan, günümüzdeki yedi bağımsız Türk devletlerinden biri olup Türk Keneşi ve TÜRKSOY'un üyesidir.

Yine de dönüp baktığımda seyahatlerimden kalan anlamlı şeyler gelip bir yerde buluşuyor. Güney Kore seyahatinden sadece Pusan’daki Türk Şehitliği kaldı zihnimde. Bosna’dan şehitliğe giderken parklarda gördüğüm dağınık, mahzun, terk edilmiş Osmanlı mezar taşları… Bir de Bosna şehitlerinin bir kısmının Kurtoviç, Begoviç, Subaşiç gibi soyadları. Bunlar belli ki evlad-ı fatihandı. Arnavutluk’tan, Tiran’ın merkezinde tek başına tarihi terennüm eden bir Osmanlı camisi ve Tiran’a bir buçuk iki saat mesafedeki, yüksekçe bir yerdeki kale… Atalarımızın bir geçidi, bir ticaret yolunu kontrol emek için inşa ettikleri bir kale…

Gittiğim yerlerden bize dair bir şeyler biriktiren birisiyim ben. Bir seyyah bilincine sahip değilim belli ki. Gezerken bile hep yolum bize, kendi içimize doğru velhasıl.