Çehov’un modern kısa hikâyeye getirdiği sessiz devrim nasıl anlaşılmalı

“İlk bölümde duvarda asılı bir tüfek olduğunu söylüyorsanız, ikinci ya da üçüncü bölümde o tüfek patlamalıdır. Eğer patlamayacaksa o tüfek orada asılı olmamalıdır.” Herhalde fiziksel ve iradi nedensellik ve lüzumsuz ayrıntılardan uzak durma, sadelik ve yalınlık ilkelerini bundan daha iyi anlatacak bir başka deyiş yoktur. “Çehov’un silahı” tabir edilen bu ünlü deyiş, ününü büyük Rus yazarı Çehov’a ait olmasına borçlu şüphesiz.
Başlangıçtan da anlayacağınız üzere, bu yazı, geçtiğimiz ay iki kanonik eseri (merhum Nihal Yalaza Taluy’un mükemmel çevirileriyle:Martı ve Korkulu Gece) daha yeniden yayımlanan Çehov hakkında. Daha önce de Altıncı Koğuş ve Düello adlı eserlerini, yine Nihal Yalaz Taluy çevirileriyle yayımlayan Ketebe’ye titiz yayıncılıkları dolayısıyla teşekkür ediyorum.
Ve karşınızda Çehov…
Çehov (1860-1904), Poe, Maupassant ve O Henry’yle birlikte modern kısa hikâyeciliğin en büyük ustalarından biridir. Onun adı anıldığında, genellikle aklımıza Martı, Vişne Bahçesi ya da Vanya Dayı gibi dünyaca ünlü tiyatro oyunları gelir. Oysa Çehov, dünya edebiyatına en önemli katkılarını öykü alanında yapmıştır. Usta bir Çehov biyografı olan Ronald Hingley, ilk defa onun öykülerinde ortaya çıkan “görünüşte sıradan olanı edebi olana dönüştürme” olgusunun Çehov’un edebiyat tarihine en önemli katkısı olduğunu yazar.
Çehov’un hikâyeciliğini anlamak için yaşamının erken dönemlerine bakmak gerekir. Taganrog’da mütevazı bir ailede doğan Çehov, Moskova’da tıp eğitimi alırken para kazanmak için mizah dergilerine kısa skeçler ve oyunlar yazmaya başladı. Bu erken dönem metinleri, daha çok para kazanma motivasyonuyla yazıldıkları için olsa gerek, izleyiciyi etkilemeyi hedefleyen hiciv türünde ve çoğunlukla hızlı yazılmış ürünlerdi. (Nitekim Bozkır adlı yapıtıyla bu dönemi kapattığı kabul edilir.) Bu “aceleci” başlangıç dönemi, Çehov’un öz-disiplinini, kısa ve yoğun anlatı kurma becerisini ve gözlem gücünü pekiştirdi. Hekimlik; daha sonraları eserlerinde çokça işleyeceği, insanoğlunun en kırılgan ve çaresiz olduğu anları yakından gözleme fırsatı sundu ona: Doğum ve ölüm anlarını! Kim bilir, belki de çokça şahit olduğu hasta insanların acıları hikâyelerinde sıkça karşımıza çıkan “küçük insanın” derinliğine dönüşmüştür! Denebilir ki, tıp ve edebiyat onun için birbirine paralel iki deneyim alanıdır: biri bedeni, diğeri de ruhu analiz eden.
Ölüm, sıradanlık ve insanlık durumu
Çehov’un hikâyelerinin başat motifleri ölüm, hastalık ya da sıradan insan ilişkilerinin taşıdığı kırılganlıklardır diyebiliriz. Uzun yıllar (6-7 yıl) boyunca mücadele etmiş olması nedeniyle midir bilinmez, tüberküloz, onun eserlerinde “ölümün sessiz ve sıradan gölgesi olarak hissedilmiştir” diye yazar bir monografi yazarı. Yine de ölüm fikri, onun hikâyelerinde bir trajedi olarak değil, gündelik yaşamın doğal bir uzantısı olarak işlenir. Örneğin, mekânı bir taşra kasabasındaki akıl hastanesi olan “6. Koğuş” adlı novellasındaki sıradan diyaloglar adım adım gelişerek insanlık durumuna dair büyük soruları gündeme getirir. “Akıl hastası” İvan Dmitriç ile “Doktor” Ragin arasında geçen diyalog en nihayetinde adalet ideası üzerine yazılmış anıtsal bir yapıta dönüşür. Hatta rivayet odur ki, Lenin bu yapıtı okuduktan sonra çok etkilenmiş ve “Kendimi 6. Koğuş’a kapatılmış gibi hissettim.” diyerek devrimci olmaya karar vermiştir. Çehov hikâyenin biçiminde büyük bir çığır açmıştır. Geleneksel kısa hikâye (olay hikâyeciliği de denen “Maupassant tarzı” hikâyede olduğu gibi), sürprizli sonlara veya beklenmedik hadiselere yaslanırdı. İşte bu dramatik yapıyı reddetti Çehov ve bir monografi yazarının altını çizdiği gibi, onun hikâyeleri “büyük bir şey olmuyormuş gibi görünen ama okurun hafızasında uzun süre yankılanan küçük sahneler”den oluşur. Bizde Sait Faik’le özdeşleştirilen “durum hikâyesi”nin yaratıcısıdır o. Hingley’in ifadesiyle, Çehov “Hikâyeyi dramatik bir iskelet olmadan ayakta tutabilen ilk yazarlardan biridir.”
Bu yaklaşım, anlatının merkezine “açık-uçluluğu” yerleştirir. Hikâye, okurun katarsis yaşayıp okuma boyunca kendisine yüklenen gerilimi boşaltacağı bir doruk noktasına değil, bir atmosfer yoğunlaşmasına ve yaşam/varoluş durumun betimlenmesine yaslanır. Bu strateji, hikâyenin ayrıntıya olağanüstü bir değer vermesini sağlamıştır. Bozkır gibi hikâyelerde, manzara betimlemeleri yalnızca fon olarak değil, karakterlerin ruh hâlini ifşa eden araçlardır. Bu anlamda Çehov’un doğayı eserlerinde kullanma biçimi, kendisinden önceki hiçbir yazara benzemez.
Etki ve miras
Çehov’un anlatı tarzı, 20. yüzyıl kısa hikâye yazarlığını derinden etkilemiştir. Hemingway’in “buzdağı teorisi”, Raymond Carver’ın minimalizmi ya da Alice Munro’nun gündelik yaşamın ayrıntılarından inşa ettiği evrensel insanlık durumları, doğrudan ya da dolaylı olarak Çehov’un mirasının izlerini taşır. Sözün özü:Çehov’un hikâyeleri, edebiyatın merkezine “sıradan olanı” ve “sessizliği” yerleştirmiştir. Sıkça vurgulandığı üzere, onun dehası gerçekte hayatın göze çarpmayan, basit ayrıntılarından bir sanat yapıtı inşa etmesinde saklıdır. O, “büyük dramların yazarı değil, sıradan yaşamların sessiz tarihçisi”dir. Çehov, kısa hikâyeyi Maupassant’ın dramatik sonlarından azade kılıp modernistlerin açık-uçlu, atmosfer odaklı anlatılarına hazırlamış, hikâyede “sessiz bir devrim” gerçekleştirmiştir. Hâlihazırda kısa hikâye yazarlığının hemen her alanında hâlâ onun adı yankılanır.