Çok koyu, çok çabuk: Manisa deyip geçme

Manisa.
Manisa.

Her gezgin farklı bir amaçla yola çıkar. Kimisi şehir hayatını, sokaklarını, tarihi eserlerini sever; kimisi dünyanın ormanlarını görmek ister. Bense hem şehrin sokaklarında kaybolmayı, taşlarını okşamayı, o şehri kuran köşelere dokunmayı çok seven, hem de bir şehrin etrafına yayılmış doğal güzellikleri asla es geçemeyen gezginlerdenim. İnsanoğlunun bitmez istekleri ve arayışı temasıyla yazıya devam edeceğim sandıysanız yanıldınız çünkü yazı Manisa’yla ilgili.

“İki hava alırız, yeni şehir görürüz, çarçabuk gezer döneriz” diyerek gittiğimiz bu şehri anladık ki 3 gün daha gezsek bitiremeyiz. Çünkü Manisa çok değişik doğal güzelliklerle birlikte Lidyalıların başkenti, şehzadelerin güzide şehri, üstelik bir de Mevlevi kültürünün önemli noktalarından olması hasebiyle her türden gezginin gözünü çalabilecek bir şehir. Üstelik her güzelliği farklı bir ilçede, ilçeleri de birbirinden uzak. O yüzden bu yazıda Muradiye Camii, Yeni Han, Manisa Kalesi gibi klasik yerlerden bahsetmeyeceğim.

Pazar sabahı 8’de berbat bir otogar çayı ve İç Ege soğuğuyla gözümüzü Salihli’de açtık. Esnafla biraz muhabbet ettikten sonra -gezmenin en sevdiğim yanlarından- saat 9’da günün ilk minibüsüne atlayıp Sardis Antik Kenti’ne doğru yola çıktık. Antik kentlerle ilişkim biraz çetrefilli; hem sıkılırım, hem merak ederim, hem de bunca yıl ayakta kalmış yer biraz zahmete değer derim. Sardis ve sonrasında gezdiğimiz Artemis Tapınağı da çektiğimiz zahmete değdi zira.

Lidyalıların başkenti Sardis, 3 bin yıllık bir yerleşim. Gediz üzerine kurulu olması Lidyalıların eline doğal alüvyon altını geçmesini ve büyük bir servete kavuşmalarını sağlamış, böylece Lidyalıları Anadolu’nun en güçlü ve zengin halkı olmuş. Malumunuz Lidyalılar parayı bulan halk fakat otogarda çay içerken konuştuğumuz dayılar şikayetçi bu durumdan. Lidyalılar parayı bulmuş ama hiçbir Türk parasının üzerinde Manisa yok diyorlar. Ee haklılar!

Kentin içinde elbette havra, sinagog, hamam, dükkanlar, evler, mezarlar var ama Gymnasium başlı başına bir hazine. O muhteşem sütunlar, yazılar, işlemeler tarih delisi ya da sanat âşığı olmamamıza rağmen bizi epey etkiledi. Ayrıca ünlü Kral Yolu’nun başlangıcının da burası olduğunu ekleyeyim.

Sardis’in bir kilometre kadar uzağında Artemis Tapınağı olduğunu duyunca hızımızı alamayıp orayı da görmek istedik. Ama öncesinde kırmızı sandalyeleri ve volkanik tepe manzarasıyla gördüğümüz en tatlı köy kahvelerinden birinde güzel bir çay içmeden devam edemezdik. Gezginin yakıtı da iyi çay!

Tapınağa giden yol köy evleri, ağaçlık -hatta bizce kamplık- alanlarla dolu çok güzel bir yoldu. Böyle ara yollardan gitmek, yürümeyi seçmek, kolaya kaçmamak insana kendi memleketini öğretiyor. Artemis Tapınağı ilk bakışta şaşırtıcı bir yanı yokmuş gibi duruyor ama dolaştıkça, taşlara dikkatle baktıkça hem gizemli hem sıra dışı geliyor. Bir jeoparkın içinde konumlanması da ayrıca enteresan. Uzun lafın kısası adım adım antik kent arşınlamayı sevenler Sardis ve Artemis’e mutlaka gelmeli.

Salihli-Kula jeoparkına Tarihi Kula Evleri, Sardis ve Artemis, Kurşunlu Kaplıcaları gibi yerler de dahil.
Salihli-Kula jeoparkına Tarihi Kula Evleri, Sardis ve Artemis, Kurşunlu Kaplıcaları gibi yerler de dahil.

Salihli-Kula boyunca görebileceğiniz her türlü doğal ve tarihi güzellik 300 km2lik bir jeoparka dağılmış. Salihli-Kula jeoparkı Türkiye’deki ilk ve tek jeopark. İnsan Jeoparkı, lafını duyunca sadece sönmüş volkanlar, lav kayaları, volkanik kayaçlar ve çeşitli jeolojik katmanlarla karşılaşacak zannediyor ama sürpriz! Salihli-Kula jeoparkına Tarihi Kula Evleri, Sardis ve Artemis, Kurşunlu Kaplıcaları gibi yerler de dahil. Bunun haricinde bintepeler, divlitler, Kuladokya peri bacaları da bu eşsiz jeoparkın içinde yer alıyor.

Biz önce biraz kasabayı tanıyalım diye Kula’nın merkezine gittik. Anadolu şehirlerini sevenlerin hemen ısınacağı tatlı bir ilçeyle karşılaştık. Lokantaların ve her türden dükkânın olduğu Demirciler Caddesini bitirince Tarihi Kula Evleri denen Türk evleri başlıyor. Ama Safranbolu evleri gibi düşünmeyin, her evin ayrı bir rengi var. Pembe, mavi, sarı Türk evleri yan yana dizilmiş. Yine sokak aralarında, köşelerinde illa karşınıza beş kulalı çeşme, kilise, kaya vs. çıkıyor. Hem Salihli’nin hem Kula’nın ilçe olarak UNESCO koruması altındaki jeoparka dahil olmasının sebebi de bu zaten. Ege’nin her kasabasında olduğu gibi seyrine doyulmaz bir pazarı, yollarda motorla gezen teyzeleri olduğunu söylemeden geçmeyelim.

Kula merkezi bitirdikten sonra Kula Divlit Volkanik Parkı’na gittik. Bu geziyi planlarken en çok merak ettiğim yer burasıydı. Parkın girişinden 3 kilometre sonra yine 3 kilometrelik bir parkur başlıyor. Sırf bunun için bile Manisa’ya gidin derim. Dağlar gördüm, okyanuslara girdim ama burası hayatımda gördüğüm en ilginç yeryüzü oluşumuydu.

Salihli-Kula boyunca görebileceğiniz her türlü doğal ve tarihi güzellik 300 km2lik bir jeoparka dağılmış.
Salihli-Kula boyunca görebileceğiniz her türlü doğal ve tarihi güzellik 300 km2lik bir jeoparka dağılmış.

Kula Divlit konisinin etrafına saçılmış lav akıntıları, lav tünelleri ve hendekleri, üzerlerinde hiçbir bitki yetişmediği ve tamamen koyu renkli taşlardan oluştuğu hâlde has bir estetik duygusu uyandırıyor.

Şehri inşa eden ve yaşanır kılan eller kadar, şehrin içine yaratıldığı bölgeye olan merakım beni buraya kadar getirdi getirmesine ya bu benzersiz şekillerin etkisiyle yürümeye devam ederken bir daha Manisa’ya gelip geri kalan divlitleri, peri bacalarını, bazalt kayaları ve tümülüsleri görme planı yapmaya başlamıştım bile.