Deli Arnavut'un köyü: Arnavutköy

Arnavutköy.
Arnavutköy.

Sanırım yazar arkadaşım Murat Uyurkulak bu lakabı uygun görmüş olmalı, "Deli Arnavut" derdi bana bir zamanlar, haksız da değildir bakın. Bizim oranın adamı, neden bilmem, artık coğrafyadan mı, tarihten mi, dağlar denizlerden mi ne, delidir bir parça. Deliliği, bizimkilere bir tür yaşam alevi olarak yakıştırıyorum, yoksa çevreye, hayata zarar verici bir tür rahatsızlık olarak değil.

Sonra? Sonra mı, bugün pek konuşmuyoruz, sanırım küsüz Murat ile. Kültürel hayatı bizimki kadar yozlaşmış ülkelerde insan ilişkilerini de siyaset belirliyor çünkü. Biz de sanırım siyasi görüşlerimiz dolayısıyla küsüz. Aramızdan biri, Allah geç olanından versin erken giderse, biz de birbirimizin arkasından iyi konuşacak, seveceğiz birbirimizi herhalde. Tanpınar’a kim kırtıpil dediyse, arkasından daha çok iyilikle andı adamcağızı. Böyledir.

Bu Deli Arnavut, doğma büyüme Kurtuluşlu olmasına karşın, soyunu sopunu belirten Arnavutköy’ü çok sever. On altı yıldır yaptığım edebiyat atölyelerine, Latife Tekin’in köydeki gayet nefis mekânında başlamıştım. En üst katında romanlarını yazar, yaşardı Tekin; evin orta katında ve alt katta da biz; küçük İskender, Mario Levi, ben fakir dersler verirdik. Ne kışlar, ne günler, ne akşamlar hatırlıyorum. Işıklar yanar, yağmur yağar, deniz çalı çırpı, martı sesleri, ıslak yollar… Bazı günleri yazmıştım. Şöyle yokuşlardan, aradan dereden kıvrılırsın, koca kilise görünür, biraz daha in, güzel birkaç meyhane (şimdilerde iyice lüks kafeler doldu her yer köyde), sonra da şirin bir mendil gibi iskele, deniz, Boğaz…

Ustamız Salâh Birsel, Faruk Nafiz Çamlıbel’in de “tam bir Boğaz’cı” olduğunu kaydeder. Kabataş Lisesi’nde Türkçe öğretmenliği ederken otuzların ortasında gelmiş bu şirin Boğaz köyüne.
Ustamız Salâh Birsel, Faruk Nafiz Çamlıbel’in de “tam bir Boğaz’cı” olduğunu kaydeder. Kabataş Lisesi’nde Türkçe öğretmenliği ederken otuzların ortasında gelmiş bu şirin Boğaz köyüne.

Bahriye Çeri anlatıyor. Bir zamanlar Arnavutköy’de tek başına, Beyoğlu kadar koca bir meyhane varmış. Bu yüzden bir dönem semt, edebiyatçıları derleyip toplamış. Yahya Kemal, Peyami Safa ve Hamamizade İhsan, 1935 civarlarında, bir öğle vakti, buradaki gazinolardan birine gelmişler. Şöyle denize karşı bir güzel keyfetmişler, yiyip içmişler. Yahya Kemal o gün Peyami Bey’e şöyle diyesiymiş: “Türk fatihlere Rum garsonlar gerekir. Dünya dengesini böyle bulur.”

Anlattığım olay, Karamiço’da mı geçiyordu acaba, böyle şık bir yerden söz eder çok eskiler. Sait Faik, Boğaz’a geldi mi mutlaka uğrarmış Karamiço’ya; Edip Cansever’in de Arnavutköy sevgisi burada başlamış. 1957-1958 yazı hep buralardaymış şair. Umutsuzlar Parkı’nın ilk dizeleri köyde yazıldı demek.

Ustamız Salâh Birsel, Faruk Nafiz Çamlıbel’in de “tam bir Boğaz’cı” olduğunu kaydeder. Kabataş Lisesi’nde Türkçe öğretmenliği ederken otuzların ortasında gelmiş bu şirin Boğaz köyüne. Şairin yaşadığı apartmanın önünden, kızımla her geçişimde, ona “caddeden sokaklara, doğru sesler elendi” diye başlayan nefis şiiri, rahmetli Timur Selçuk’un ezgisiyle mırıldanırım. Adresini vereyim de sen de git ey okur: Boyalıköşk Sokak, Çamlıbel Apartmanı, Numara: 7.

Evin ön cephesi Kandilli yamaçlarını, Anadoluhisarı’nı, Küçüksu Kasrı’nı görür. Şairin Boğaz’da ev sahibi olması kolay mı? O zaman zormuş, şimdi imkânsız. Çamlıbel de öğretmenlik, kitap telifleri, vekillik maaşlarına karısının emeklilik tazminatını da ekledikten başka yıllarca borç ödeyerek sahip olabilmiş bu eve. Nasıl yazmış ama: “Ansın bizi coşkun yalılar, neş’eli bağlar. / Körfez’de kopan kahkahalar Göksu’da çağlar, / Tekrar ediyor söylediğim şarkıyı dağlar; / Sevdaların en coştuğu yer şimdi Boğaz’dır.” Öyle midir? Artık pek değil.

Nâzım Hikmet ise efsanevi Memleketimden İnsan Manzaraları’nda, Haydarpaşa Garı’na baharın, “gülden güzel kokan Arnavutköy çileği” ile geldiğini not düşer.
Nâzım Hikmet ise efsanevi Memleketimden İnsan Manzaraları’nda, Haydarpaşa Garı’na baharın, “gülden güzel kokan Arnavutköy çileği” ile geldiğini not düşer.

Arnavutköy’de bir Üvez Sokak var. Öyle ilginç ki… Türk edebiyatının iki usta yazarı bu sokakta komşu olmuş, bilinçli bir tercih miydi acaba, birbirlerinden haberleri var mıydı, aynı dönemlerde mi yaşadılar semtte: Leylâ Erbil ile Demir Özlü. Özlü Üvez’de on bir numarada, Ümit Apartmanı’nda; Leylâ Hanım ise birkaç apartman ötede, on sekiz numarada oturmuş. Nâzım Hikmet ise efsanevi Memleketimden İnsan Manzaraları’nda, Haydarpaşa Garı’na baharın, “gülden güzel kokan Arnavutköy çileği” ile geldiğini not düşer. Nasıl bir şeydi acaba o çilek… Bugün artık yok. Bunu ne kadar çok yazıyorum…

Gazetesi Peyam-ı Sabah’ın kapatılmasından sonra bir süre Büyükada'da inzivaya çekilen ve kendini kumara veren Ali Kemal de parasının büyük kısmını kaybedince Arnavutköy tepelerinde ailesinin mirasından geriye kalan küçük, harap bir eve yerleşmiş. Burada eski kitaplara iyiden iyiye merak salar. Bir ayağı Sahaflar Çarşısı'nda zaten, nadide yazmalar toplayarak son derece seçkin bir kitaplık kurmaya çalışırmış. Hatta o yıllarda zengin bir Türkçe sözlük hazırlamak için de çalıştığını yazıyor Beşir Ayvazoğlu. Nasıl bir sözlük olurdu acaba Ali Kemal’inki…

Evliya Çelebimiz şöyle tarif etmiş bizim köyü: “Lebiderya’da bin kadar bağlı bağçeli mamur haneleri vardır. Bir küçük hamamı vardır. Ekmeği ve peksimeti beyazdır. Akıntıburnu’ndan içeri bir körfez limanı yer almakla, kışın birçok gemi kışlar. Akıntıburnu bir kayalı mahal olduğundan, pek muhataralı, gemi imrarında çok müşkilat çekilir. Bu mahalde Murad Han’ın rüznamecisi İbrahim Efendi bir çeşme yaptırdı.” Kim bilir o çeşme duruyor mudur?

Bunlar artık yok diye ne çok yazmışım. Biraz daha değiştirip yazayım aynı ifadeyi: O çeşme, o peksimet, o beyaz ekmek, o gül kokulu çilek nerede acaba şimdilerde?