Depardieu’nun “Robuste” filminde umutsuzluğun izini süren hikâye

Bugüne kadar Gérard Depardieu’ya yönelik bir hayranlığım veya merakım olmadı. Fakat 2021 yılı Fransız yapımı Robuste’yi izleyince, “Depardieu’nun diğer filmleri nasıl acaba?” diye kendime sormadan edemedim. Robuste’nin yönetmeni Constance Meyer iyi bir iş çıkarmamış. Filmi artist kurtarmış demek istemiyorum. Yönetmen de gayet başarılı. Ama filmden geriye Depardieu’nun yansıttığı duygular kalıyor.

Robuste, konu itibariyle yine bir Fransız yapımı olan The Intouchables’ı (Can Dostum, 2011) hatırlatıyor. Hatırlatmaktan ziyade, iki filmin de senaryoları aynı zemin üzerinde kurgulanmış. Ama ulaştıkları sonuçlar farklı. Bu fark, iki filmin de merkezini oluşturmuş. The Intouchables’da toplumsal sınıflar arasındaki uçuruma rağmen oluşabilecek dostluk anlatılır. Bu dostluğa zengin sınıftaki herkes şaşırır. İlginçtir, alt sınıftakiler de şaşırır. Şaşırmayan tek kişi, Driss’tir. O, toplumsal sınıfları umursamaz. Mutlu olmak, eğlenmek, neşeyi yakalamak tek amacıdır. Kim, nedir, necidir umurunda bile değildir onun. Hayat doludur Driss. Ve bu özelliği hayattan bütün ümidini kaybeden, yatalak Philippe’e çok iyi gelir. Dolayısıyla her şeyin ötesinde yakalanacak dostluğu anlatmaktadır The Intouchables. Ümitlendiren bir yönü vardır. The Intouchables’in çok sevilmesinin sebebi de budur. Ümitsiz olma, yatalak bile olsan aradığın dost gelip seni bulur ve yeniden hayattan tat almanı sağlar demeye getirir. Filmin konusuyla işlenişini de (komedi) uyumludur. Driss’e film boyunca Philippe de güler. Biz izleyiciler de güleriz. Sevgi dolu bir gülüştür bu. İçinde takdir de bulunur. Robuste ise böyle değildir. Onda ümidin ü’sünün tek noktasına bile rastlanmaz.
Robuste’te manevi boşluk anlatılır. Gérard Depardieu’nün oyunculuğu burada devreye girer. Onun bakıcısı da Philippe’nin bakıcısı gibi zencidir, gençtir, fakirdir. Normalde zengin, ihtiyarlamış, mesleğinin zirvesine çıkmış, usta bir oyuncunun güvenlikçisi olarak işe başlar. Ama yaptığı şey bakıcılığa, asistanlığa dönüşür. The Intouchables’deki Philippe ve Driss arasında oluşan dostluk Robuste’deki Georges ve Aïssa arasında da oluşacak diye bekleriz. Oluşmaz değil. Az da olsa olur. Ama The Intouchables’deki gibi değildir. Çünkü konuları farklıdır. Zemini aynı olsa da. Benzer argümanlar kullanılsa da. Georges, yatalak değildir ama bir yatalaktan farklı bir iç dünyası yoktur. Hiçbir şeyden zevk almaz. Hayattan kopmuştur. Hiçbir şey onu hayata döndürmez. Oysa çabalamaktadır. Yeni asistanı Aïssa’yla ilgilenir, ona sorular sorar. Onun hayat dolu gençliğinden moral anlamda istifade etmeye çalışır. Fakat bu da onu tedavi etmez. Aïssa’nın bir güreş maçına gittiğinde, onun yenilgisini izler. Onun erkek arkadaşını gördüğünde, ikisi arasında aşkın olmadığını fark eder. “Aşk her şeyden büyüktür.” diyerek onlara hayat dersi vermeye de çalışır. Ama fayda etmez. Aïssa ve sevgilisi ona ters davranır. “Aşk, birlikte sessizliği denemektir.” diyen kadına ise, sadece bakar kalır. Ama onunla diyalogunu devam ettirmez. Georges, dünyalık her şeyi yaşamıştır. Şan, şöhret, para… Sanki dünyanın sonuna ulaşmış, oradaki uçurumu görmüştür. Ve boşluğa bakmaktadır. Onun çekim için anlaştığı filmlerin stüdyosundan, kimseye bir şey demeden kaçması da bu yüzdendir. Kendine açılan dava için buluştuğu avukatlara, “Tamam, nereyi imzalayacaksam imzalayayım.” deyip görüşmeyi sonlandırması da bir kaçıştır. Çünkü ne yapmaya başlasa, ondaki tatsızlığı fark edip hemen oradan uzaklaşmak istemektedir. Daha doğrusu hiçbir şeyden tat almamaktadır. Film boyunca Aïssa’nın onu yeniden hayata döndürmesini bekleriz ama bu gerçekleşmez.

Zemini aynı olmasına rağmen farklı sonuçlara ulaşmaları, ister istemez Robuste’nin The Intouchables’e bir reddiye olarak çekildiğini düşündürmektedir. Robuste’de daha düz, dürüst ve sade bakılmaktadır hayata. Başka bir ifadeyle yönetmen ve senarist Constance Meyer hayata toz pembe bakmamaktadır. Gerçekçi olmaya çalışır. İnsanı, hiçbir şeyin artık onu avutamadığı bir noktadan analiz eder ve işler. Georges sadece aşkın anlam vereceği bir boşluk içindedir. Aşk olmayınca hiçbir şeyin anlamı ve tadı yoktur. Aşkın olmayışı ümitsizlik ve boşluk duygusunu koyulaştırmaktadır. Georges fazlasıyla ihtiyarladığı için aşk da onun için ümit olmaktan çıkmıştır. Dış müdahalelerin insanı bu umutsuzluk bataklığından çıkaramayacağını da görür. O yüzden belki de Georges, okyanusun en karanlık noktalarında yaşayan balıkları, evinin karanlık bodrum katında besler. Georges, bir nevi kendini o balıklara benzetir. Onlarda teselli arar. Kendisi de en karanlığa inmiştir. Orada kimse yoktur. Balıklar da Georges gibi yavaş hareket eder. Çirkindirler. Ama Georges onları güzel diye nitelendirir.

Robuste, Georges merkezinde döner. İşlenen karakter odur. Fakat Georges’la verilmeye çalışılan mesaj, Aïssa olmazsa güçlendirilemez. Georges, hayatın olgunluk ve ihtiyarlık; Aïssa ise yetişkinlik ve gençlik dönemlerini sembolize ediyor. İzleyici bu iki karakter üzerinden kendi hayatını düşünebilir. The Intouchables’da bu yoktur. Daha doğrusu yönetmeni de senaristi de böyle bir amaç gütmemiştir. Robuste’de yönetmen, hayatı sorgular. Gençlik, ihtiyarlık da buna dahildir. Ömrün geçiciliği, geçip giden ömrün sonunda neyle karşılaşılacağı Robuste’nin sorguladığı temel konulardır. Bu yüzden The Intouchables, Robuste’ye göre yüzeysel işler hayatı. Dostluğu bir çözüm diye sunar. Robuste, mesele bu kadar basit değil demeye getirir. İnsanın kendini ve hayatı sorgularken girdiği çıkmazlardan “dostluk”, “aşk”, “başarı”, “zenginlik”, “huysuzluk”, “oğul”, “köpek beslemek” gibi kaçış rampalarıyla kurtulamayacağını işler Robuste. Bu yüzden Aïssa’yı devreye sokar yönetmen. Aïssa enerjiktir, gençtir, güçlüdür, güreşçidir. İşi vardır onun. İşini sevmektedir. Her boş vaktini spor salonunda geçirir. Ailesiyle bir problem yaşamaz. Her şey yolundadır yani Aïssa için. Ama tek soru, bu iskambil kağıdından yapılan kule misali düzeni yıkar. O soru şudur: “Seviyor musun?” Bu soruyu Georges, Aïssa’nın sevgilisine sorar. Hem Aïssa hem de sevgilisi bu soru karşısında dağılırlar, öfkelenirler, cevap veremezler.
Filmin sonunda Georges ormanda kaybolmuştur. Set ekibi onu telaşla arar. Kolayca da bulur. Bir ağacın arkasından çıkan Georges, “Çişim gelmişti.” der. Oysa yönetmen onun intihar ettiğini veya artık bulunmayacak şekilde kaybolduğunu düşünmemizi ister. Fakat uzatmaz bu olayı. Gerilim noktasına taşımaz. Sonra da “Çişim gelmişti.” sözüyle keserek aslında hayatın Aïssa yani gençlik dönemini anlatır. Ölüm, kaybolmak, intihar, geri dönmemek vardır hayatta. Bununla birlikte tuvalet ihtiyacı da vardır. Önem itibariyle iki zıt durum gibi görünen ama hayatın olağan akışı içinde ikisi de kaçınılmaz olan gerçekler... Film setine gelen Georges, küçük köpeğini okşar ve “Birlikte çok güzel şeyler yiyeceğiz.” der ona. Sonra da karanlık bir odaya girer ve rolü gereği söylediği ama aslında hayatının anlamı olan sözleri sıralar: “Ruhum bir zamanlar sakindi. Onurlu şekilde çalışan bu ellerim, onlara ne oldu? İşte karşındayım. Yenilmiş, utangaç ve köleleştirilmiş bir çocuk gibi. Buzlu bir denizde sürüklenen, batık bir gemi gibi savrulup duruyorum. Bir yetim gibi sabahtan akşama kadar sokakları arşınlayıp duruyorum. Fırtınayı dinleyerek, onunla savrularak. Bana yardım et Tanrım. Ne oldu bana? Bana kim olduğumu söyle lütfen. Toprağı kazıp sonsuza kadar orada uyumak istiyorum.”

Georges’un bunları, güzel bir kadının ayrılık sözleri üzerine dillendirmesi manidar. Sözlerden anlaşıldığı üzere filmde Georges için sunulan çözümün Tanrı’yla buluşmak olduğu düşünülebilir. Bu sırada Aïssa spor salonunda güreş yapan çocukları izlemektedir. Gözlerinde sevimlilik ve mutluluk vardır. Spor koçu, dersleri artık Aïssa’nın vereceğini söyler çocuklara. Aïssa henüz hayatın başındadır. Herhangi bir doygunluk içinde değildir. Hayata açtır. Yönetmenin filmin sonunda her iki ana karakteri de çalışırken göstermesi, bir nevi “Çalışmak zorundayız, çalışmaktan başka çözüm yok.” önerisinde bulunduğunu gösterir. Bu da kapitalist sistemin “Hayatın üretmekten başka bir anlamı yoktur.” dayatmasının onaylanması gibidir. Georges için sanat, Aïssa için spor hayata tutunmanın yegâne yolu. Aşk, dostluk ve aile ise yalanlar üzerine kurulduğu ve aslını kaybettiği için tutamak olmaktan çıkmıştır.
* Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.