İsimsiz şehir

​İsimsiz şehir.
​İsimsiz şehir.

Her şehirde beni bulurlar mutlaka. Yine buldular. Bir lütuf mu yoksa lanet mi bilmiyorum. Başıma gelenleri minnet ve tebessümle kabul mü etmeliyim, dehşet ve korkuyla kaçmalı mıyım onlardan? Dilenciler, meczuplar, serseriler, aylaklar, evsizler, sanki üzerimde hepsini değil ama mutlaka en acayiplerini çağıran tuhaf bir koku var. Sanki ben de onlardanım da değilmişim gibi davranıyor oluşum; hâlâ sigortalı hâlâ dönecek bir evi, hâlâ öyle ya da böyle bir düzene sahip oluşum onları sinirlendiriyor. İstisnasız her yeni şehirde bir tanesi, en acayibi üzerime doğru koşup öfkeyle bir şeyler söylüyor ve yanımdan uzaklaşıyorlar. Her şehirde yeni bir sözcükle sırlardan, hezeyanlardan oluşan tekinsiz bir tuzağa doğru çekiyorlar. Yine buldular, yine oldu: “Kim bilebilir?

Bakılınca görülmeyen, görülünce anlaşılmayan, gidildiğinde bulunmayan, bulunduğunda sezilemeyen o şehirleri? Kim bahseder sana ben olmasam, bütün şehirlerin başka bütün şehirler üzerindeki hakkından?

Bu bir lütuf muydu yoksa lanet mi bilmiyorum ama şimdi bu yere bir isim düşünüyorum.
Bu bir lütuf muydu yoksa lanet mi bilmiyorum ama şimdi bu yere bir isim düşünüyorum.

Elinde başkası tarafından çizilmiş alelade rotalar, pahalı fotoğraf makinaları; gidilmesi gereken yerler, yenilmesi gereken yemekler, işitilmesi gereken sözler, dokunulması gereken taşlar kılavuzlarıyla yola çıkan o sersem turistlerin hiçbirinin bilmediği ve maalesef bilemeyeceği, seyyahlarınsa ancak pek azının vakıf olduğu o küçük gizli belirsiz köşeleri anlatsam bile anlayabilecek misin?”

Acımasız bir kahkahayı andıran sözleri bana hiç acımadan söyleyen çürük dişlerle dolu ağız, dikkat kesildiğimi görünce hafifçe kapandı ve alayla biraz daha yayıldı. Az önce benden birkaç kuruş isteyen dilenci şimdi azıcık merhameti çok görüyordu bana.

Farklı şehirlerde farklı meczuplardan, ezilmişlerden, aşağılanmışlardan, kovulmuşlardan duyduğum her tuhaf fısıltı gibi bunun da aslında bir gizli sır olduğunu düşündüm. Hazmetmeye ve kavramaya çalışırken aklımdan geçenleri okumuş gibi karşısında ezilip büzülüşüme aldırmadan neredeyse yüzüme tükürerek:

“Sır falan yok! Bütün insanların belleğine yayılmış, bütün şehirleri kapsayan, kuşatan bir bilgi nasıl sır olabilir!” dedi.

Kim bahseder sana ben olmasam, bütün şehirlerin başka bütün şehirler üzerindeki hakkından?
Kim bahseder sana ben olmasam, bütün şehirlerin başka bütün şehirler üzerindeki hakkından?

“Öyledir, dünyada sır sanılan her muamma, herkesin bildiği şeylerdir, apaçık ortadadır. Sizin gibi bilgi tüccarları, onu sislere sararak büyütmeye çalışır. Zaten ötekilerin de onu kavramaya pek gönlü yoktur. Paha biçilemez olan karşısındaki çaresizliğinizden ona önce bir değer biçmeye çalışırsınız, sonra da biçtiğiniz değer karşısında sürekli mutsuz olursunuz. Aptal küçük tüccarlar sizi!”

Doğrusu apışıp kalmıştım. Dilenci, sözlerinin ehemmiyetini, tuhaflığını hiç ama hiç umursamadan konuşmaya devam etti:

Buhara’nın arka sokaklarından birinde dilendiğim bir gün tam ikindi vakti, karşımda Oslo’nun bir köşesi belirdi desem anlayacak mısın?
Buhara’nın arka sokaklarından birinde dilendiğim bir gün tam ikindi vakti, karşımda Oslo’nun bir köşesi belirdi desem anlayacak mısın?

“Her şehrin küçük bir köşesinde başka bir şehre ait bir ân, bir yansıma, bir gölge vardır. Anlamadın değil mi? Dünyanın bütün şehirleri, kendisinde diğer bütün şehirlerin izlerini taşırlar. Esasen içinde insanların yaşadığı bir yeri şehir yapan şey, işte tam olarak bu neredeyse ölçülemez ayrıntıdır. O yer, her yer, diğer şehirlerin izleriyle kendi kimliğini bulur. Bir başka şehir olur.

Hâlâ anlamadın! Sefil herif seni… Buhara’nın arka sokaklarından birinde dilendiğim bir gün tam ikindi vakti, karşımda Oslo’nun bir köşesi belirdi desem anlayacak mısın? Senin adını bile duymadığın bir seyyah, geçen yıl Viyana’nın en ünlü meydanında bağdaş kurmuş dinlenirken İstanbul’un Fatih semtine ait bir köşeyi Stephansplatz’ın uzak köşesinde gördüğüne yemin ediyor. İlerleyen saatlerde Viyana’ya yeni bir gözle bakmaya başlayınca Paris’te bir sanatçının ölüm ânını, Granada’da seyyar satıcıların toplandığı bir köşeyi, bir Şam sokağını görmüş. İnanmayan kör karanlıklara gelsin ki şehirler diğer şehirleri içinde taşır. Şehirler başka şehirlerin izlerinden oluşur. Şehirler yoktur aslında büyük bir yapboz vardır. O yapbozun her hâli düzenlidir. Her değişiminden bir başka yeni sonuç çıkar ortaya. O yapbozun adı sırdır. O sırrın adı zamandır, insandır, şehirdir. O da işte böyle hep ortadadır.”

Şimdi kahkahayla gülüyordu dilenci. Şaşkınlığıma, anlamayışıma, ondan uzaklaşma isteğiyle boğuşan bedenime, yere çivilenmiş adımlarıma bakıp gülüyordu. Ağız kokusunu duyabileceğim kadar yanıma yaklaştı. Şöyle dedi: “Etrafına bak hadi. İyice bak. Şimdi hangi şehirdesin? Burası neresi?” Emrine uydum. Aklımı kaçırmak üzereydim.

“Etrafına bak hadi. İyice bak. Şimdi hangi şehirdesin? Burası neresi?”
“Etrafına bak hadi. İyice bak. Şimdi hangi şehirdesin? Burası neresi?”

Bir anda bütün şehirlerdeydim, dünyanın bütün şehirlerinde. Ve aynı anda hiçbir yerdeydim, kendi adını arayan ve henüz şehir olmayan bir şehirde.

Dilenci gitmeden son darbesini de vurdu.

“Bu yer tamamlandı ve senin gelişinle bir şehir oldu. Diğer şehirlerin üzerindeki gizli hakkı seninle tamamlandı. Haydi şimdi ona bir isim düşün artık. Sen söylediğinde şehir ezelden beri var olan adını bulmuş olacak ve dünya tarihi yeniden yazılacak.”

Aksayarak, gülerek yanımdan uzaklaştı.

Bu bir lütuf muydu yoksa lanet mi bilmiyorum ama şimdi bu yere bir isim düşünüyorum. Bulduğumda sen de bulmuş olacaksın. Diğer şehirler ve bütün dünya.