Kemal Sayar: Modernizmin sınırlarını çizdiği kadarıyla 'evi' hatırlıyoruz

Kemal Sayar, psikiyatri hekimi, yazardır.
Kemal Sayar, psikiyatri hekimi, yazardır.

Kemal Sayar ile neredeyse bir yıldırilişkimizi yeniden düzenlediğimiz,yeniden tanışmak zorunda kaldığımız"ev"i, "neden eve dönmektenibarettir hayat" sorusunun etrafındakonuştuk. Evin sınırlarını biz mi çiziyoruz,yoksa sistemler mi?

Behçet Necatigil, Evler şiirinde şöyle diyor: "Evlerin içi devir devir değişti." Sanırım o devirlerden birindeyiz. Evlerin içinde ne değişti?

Evlerin dışında baş döndürücü bir toplumsal değişimin sarsıntılarla yol aldığı her çağda evlerin içinde de çok şey değişip durdu hâliyle. Sosyolojik hafıza, bireysel hafızadan çok daha uzun ömürlü bir almanak. Bizim bireysel hafızalarımız azami belki 60 senelik bir mazinin değişimlerini kayıt altına alıyor. Oysa tarih, tapu sicil muhafızı gibi dalga dalga yayılan sosyolojik gelişimi takip edebiliyor.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu olan Kemal Sayar, uzmanlığını Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri ana bilim dalında tamamlamıştır.
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu olan Kemal Sayar, uzmanlığını Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri ana bilim dalında tamamlamıştır.

Bugün, "Evlerin içi değişti" denildiğinde kendi çocukluğumuzun, akşam saat beşte işten dönen, hafta sonları çalışmayan evin direği babasından, daimi surette evde iş güçle, çocukların fiziksel, ruhsal ihtiyaçları -belirli bir seviyeye kadar eğitimleriyle de- ömür dolduran evin bizatihi kendisi olan anneden, birkaç kardeş okul çıkışında güvenli bir mahalle ortamında oyun gruplarının parçası olan çocuklardan müteşekkil bir Cumhuriyet dönemi çekirdek ailesinden bahsediyoruz. Ama onun öncesinde geleneksel dönemin geniş aileleri var; aynı evi paylaşan büyükanneli- büyükbabalı, hala, teyze, amca, dayılı, kuzenlerin iç içe büyüdüğü, çocukların eğitiminden babanın ve ailenin erkeklerinin sorumlu olduğu, kadınların elbirliği ile bu geniş topluluğun idaresini organize ettiği, mahallenin tamamına yayılmış bir destek-kontrol ağının hayatı hafiflettiği, kısacası yaşamın hane içinden daha geniş halkada yaşandığı bir sosyolojik evden bahsetmek de mümkün.

Yalnızca kırsalda değil, kent hayatında da bu örüntü çok da değişmeden yüzyıllar boyunca insanların mahrem yaşamlarını düzenlemiş. Ancak 18. yüzyıldan itibaren Batı’da ve sonrasında da tüm dünyada Endüstri Devrimi sonrasında hızla dönüşen, sosyal hayatı olduğu kadar ev içlerini de tanzim eden bir anafor gerçekleşti. Çalışma hayatının inşa ettiği yeni mega kentler, akın akın insanları kendine çekerken, geniş aileyi parçaladı, önce babayı, sonra anneyi saatin nakde çevrildiği bir çalışma disiplinine soktu yahut anneyi evin ve çocuğun tek gardiyanı kıldı. Sonrasında artan eğitimli işgücünde istihdam edilmek üzere çocukları da devletin örgün eğitim gözetimine sürdü. Büyük kapatılma denilen bir olgu bu; fabrika, okul, kışla ve sağlık kurumları toplumun tamamını hazır kıta denetim altına aldı.

Modernizmin kaçınılmaz bir sonucu değil mi?

Evet, modern devlet, her şeyi planlamak, gözetim ve kontrol altında tutmak, yönlendirmek ve ilerlemek zorunda bırakmak üzere icat edilmiş bir aygıtlar bütünü. Pek çoğumuzun bugün hatırladığı o nostaljik ev duygusu, modernizmin yarattığı eve dair. Ama yine öncelikle Batı’da başlayan ve son otuz-kırk yıl içerisinde ülkemizi de dönüştüren akışkan modern ya da modern sonrası postmodern dönem, bu payandaları da önüne katıp sürüyor.

Gaston Bachelard evin, insanın düşünceleri, anıları ve düşleri için en büyük bütünleştirici güçlerden biri olduğunu ifade etmek için "Mekân, peteklerinin binlerce gözünde, zamanı sıkıştırılmış olarak tutar." demişti. Kısa bir zaman öncesine kadar evin öğüdü, yıllar yıllar boyunca hayatımızda bir kıvam kazanıyordu.

İnsanlar doğdukları şehirde yaşar ve ölürlerdi.

Modern zaman insanı evini çok kolay terk edebiliyor. Bellek uçucu ve uçarı... Kök salmıyor, derinlere inmiyor. Bireylerdeki "mekânsal" ev algısı, "geçici" ev algısına dönüşüyor. Mekânın değersizleşmesi, meskûn olmanın toplumsal ilişkilerinden bizi mahrum bıraktığı için, dikkatimizi harekete, yer değiştirmeye ve küresel hız kültürüne tevdi ediyor.

 Vakıf Gureba Eğitim Hastanesi'nde ve Çorlu Asker Hastanesi'nde Psikiyatri Uzmanı olarak çalışmıştır.
Vakıf Gureba Eğitim Hastanesi'nde ve Çorlu Asker Hastanesi'nde Psikiyatri Uzmanı olarak çalışmıştır.

Yirminci yüzyılda Avrupalıların ve Amerikalıların eve bakış algısındaki farka dair yapılan bir tespitte, Avrupalılar evi, yaşam mekânı olarak görürken, Amerikalıların sığınma mekânı olarak gördükleri, yaşamın dışarıda olduğu hissinin onlarda daha baskın olduğu söyleniyordu. Bugün artık, küresel ölçekte bir değer olarak, evlerimiz yaşamak için değil, yaşamı askıya almak, ateş altında kalmaktan geçici bir süreyle kendimizi korumak için iltica ettiğimiz sığınaklara dönüştü. Mahremiyet adası ve tahayyül mekânı olmaktan çıkararak sığınaklara dönüştürdüğümüz modern evler, artık evdeki tüm bireylerin ihtiyaçlarını karşılayacak eğlence merkezleri gibi tasarlanıyor âdeta. Bireycilik, ev içindeki yaşama da olanca hızıyla etki etmiş ve evin her odası ayrı bir interaktif yaşam alanı gibi tasarlanmıştır. Birbirimizden ayrı, yan yana yaşayabildiğimiz bir eğlence merkezi olarak ev bir tefekkür, dayanışma, manevi bir çekim merkezi olmak yerine bir oyalanma adacığı. İşte bu evin anlamdan boşalmasıdır.

Dünya, salgın hastalıklarla ilk defa karşılaşmıyor, ama bu çaplı bir salgınla ilk defa yüzleşiyor modern insan. Eski ve yeninin salgın karşısındaki tavır farkını nasıl yorumluyorsunuz?

Evet, çeşitli eski kayıtlardan geçmişte de hem Asya’yı hem Avrupa’yı vuran devasa salgınlardan, epidemik ve hatta pandemik bulaşıcı hastalıklardan bahsediliyor. Avrupalı işgalciler, kıyımlardan başka, yeni kıta Amerika’ya taşıdıkları ve yerli halkın henüz bağışıklık geliştirmediği patojenler aracılığıyla nüfusun neredeyse tamamına yakınının ölümüne yol açmış. Veba, kolera, tifüs, çiçek vb. pek çok mikrop savaş ve ticaret yolları ile taşınmış, toplumların büyük kısmında can kaybına neden olmuş. Mikrobun bilinmediği dönemlerde, özellikle hijyenin hayati öneminin de fark edilmemesi, ticaretin geliştirdiği kentlerin aşırı kalabalık ve altyapı yoksunu olması nedeniyle insanlar çaresizlik içinde ölüme teslim olmuşlar. Ancak mikrobun ve sonrasında aşının Doğu’daki eski geleneksel uygulamalar da baz alınarak Batıda geliştirilmesi ve aşı üretiminin sektör hâline getirilmesiyle beraber büyük ölçekli salgınların önü alınabilmiş. Modern dünyada epidemik ölçekte salgınlara zaman zaman denk gelinse de, küresel toplumun tamamını tehdit ettiği bilinen tek pandemi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan İspanyol gribi. Savaştan dönen askerlerin muharebe alanında kaptıkları bu mikrobun, beş yüz milyondan fazla insana bulaştığı ve elli- yetmiş milyon arasında kişinin ölümüne sebep olduğu tahmin ediliyor.

Bugün geldiğimiz noktada…

28 Kasım 2000'de psikiyatri doçenti unvanı almıştır.
28 Kasım 2000'de psikiyatri doçenti unvanı almıştır.

Bugün geldiğimiz noktada artık savaşlar olmasa da uluslararası ticaret ve her çeşit turizm için kullanılan hava ulaşımının kaydettiği hızın dünyayı küresel bir köy ölçeğine indirdiği aşikâr. Çin’de yeni tip korona virüsünün bulunduğuna dair geciktirilmiş açıklamaya kadar, virüs çoktan dünyanın turizm ve ticaret merkezlerine bir bozkır yangını gibi ulaşmıştı. Mega kentlerin kan damarları olan toplu taşıma araçlarının kalabalığı, postmodern insanın evin dışında bir yaşam- eğlence kültürü geliştirmiş olması ve kapitalist çalışma koşullarının tasarladığı işyerleri virüsün yayılım hızının kontrol edilememesinin başlıca nedeni. İlk vakaların ülkelerde tespit edilmesinden çok daha öncesinde virüsün dolaşımda olduğunu bugün görebiliyoruz. Bunun yanı sıra, toplumun işleyen çarklarının birden durdurulamaması nedeniyle sosyal mesafe, maske, hijyenle beraber karantina tedbirlerine geçiş ötelendi. Her gecikmenin durumun vehametini nasıl artırdığını bugün artık görebiliyoruz. Sürü bağışıklığı alternatifini değerlendiren ülkelerde virüsün çok daha fazla nesil geliştirerek mutasyona uğradığını dillendiriyor uzmanlar.

  • Geçmiş çağlardaki salgınlar ile bugünkü arasındaki en belirgin fark belki de bugün artık yaşamın yavaşlatılmasının, alıştığımız yaşam kültürünün pek çoğumuzu ev dışında bulunmaya zorlaması nedeniyle çok daha zor olması.

Ancak, hızlanan yaşamın bir getirisi olarak, bilgi paylaşımının ve gelişiminin de hızının arttığını görüyoruz. Bir yıl gibi kısa bir sürede, virüsün genetiğinin tanımlanarak aşının geliştirilebilmiş olması da bir diğer fark. Geliştirilen yeni tip aşıların da bundan sonra beklenmesi gereken yeni küresel salgın tehditlerin de çok çabuk genetik uyarlama sağlanarak hızlıca yeni aşının elde edilmesine imkân tanıyan bir yapısı var. Kıyı ne kadar yüksekse, onu aşan dalgalar da o kadar yükseğe atılıyor. Büyük salgınların etkileri her zaman toplumları öngörülemeyecek ölçüde değiştirdi; koruyucu sağlık hizmetlerinin geliştirilmesinden, yeni yapılaşma tekniklerine, toplumun farklı kesimlerinin sosyal yaşamdaki rollerinden, işgücü koşullarının değişmesine kadar. Bu salgın sonrasında da köklü bir dönüşüm, makûl bir beklenti olur.

"Yeni normal", "Yeni Dünya Düzeni" diye birkaç tanım belirdi hayatımızda. Siz bu tanımın insanlar arasında nasıl karşılanacağını düşünüyorsunuz?

Akışkan modern çağın insanları olarak yeni olan her şeyi seviyoruz, yenilik yeni ümitlere de gebe. Ancak her yeninin hep daha iyi olmayabileceğini, bunun özellikle sosyoloji ve insan psikolojisi alanında bir garantisinin olmadığını da biliyoruz. Yine de ümitler içindeyiz; ölümü görüp sıtmaya razı olmak gibi bu, öylesine insanlık dışı şartlarda yaşıyorduk ki olası en kötü senaryo hiçbir şeyin değişmemesi, salgından girdiğimiz gibi çıkmak olacak hissiyatı içerisindeyiz.

İnsanın, ilerlemenin, teknolojinin, sermayenin bir enstrümanı hâline geldiğini konuşuyoruz hep bir ağızdan.

Araçlarımızın araçlarıyız, onların tabiatına uyum sağlayacak şekilde karakter aşınması yaşıyor insanlık. Sermaye ve metalar özgürce kıtalar aşarken, insanlar dikenli tellere takılıp engelleniyor. Görece daha müreffeh ülkeler, ancak kullanabileceği nitelikteki iş gücünün ve zihin gücünün sınırları geçmesine izin veriyor.

2000-2004 yılları arasında Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde Psikiyatri AD Öğretim Üyesi olmuştur.
2000-2004 yılları arasında Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde Psikiyatri AD Öğretim Üyesi olmuştur.

Yüzbinler, uluslararası karasularında batmaya, kamplarda sefalete zorlanıyor. Mülteciler böyle de ülkelerin kendi vatandaşı olan çalışan işgücünde durum farklı mı? Zygmunt Bauman "prekarya" diyor bu yeni tarz işgücüne. Esnek çalışma koşulları adı altında süreksiz, istihdam dışı veya şartların çok altında istihdam edilen, sürekli bir iş güvencesizliği kaygısı içindeki çoğu eğitimli beyaz yakalılar; otomasyon ve insansızlaştırma politikaları sonucunda her an işsiz kalma tehdidi altındaki mavi yakalılar. Yeni iş tanımları ortaya çıkıyor, artık aldığımız hiçbir eğitim meslek hayatımız boyunca kullanabileceğimiz bilgiyi temin etmiyor bize. Ömür boyu eğitim’in bir işlevi de bu, yalnızca öğrendiklerimizi biteviye güncellemek -update etmek- zorunda değiliz, ayrıca kariyer geçişlerini göze alabilmeliyiz hayatta kalmak için. Açıkçası bu eğilim, pandemi sonrasında çok daha belirgin hâle gelecektir.