Kıraç: 'Müzik, Tanrı’nın en büyük mucizelerinden biridir'

Kıraç.
Kıraç.

Türk rock müziğinin en önemli isimlerinden Kıraç ile 90’lardan bugüne müziğin değişen seyrini, müzik türlerinin hibritleşmesini ve büyük Türk şiirini konuştuk.

Sizin müziğe profesyonel olarak başladığınız 90'lı yıllardan 2023'e kadar çok şey değişti. Artık müziğe ulaşmak daha "kolay", bu kolaylık olumlu bir şey gibi görünse de kendisiyle beraber "tüketme" alışkanlığını da getirdi, yani müzik de tüketim toplumundan etkilendi, peki siz YouTube'la başlayıp Spotify'lara kadar bu süreci olumlu ve olumsuz yönleriyle nasıl değerlendirirsiniz?

90'lardan bugüne hem Türkiye'de hem de dünyada çok şey değişti. Tek bir enstrümanla bile müziğinizi ve şarkınızı yine yapıyordunuz ama bunu paylaşmak yani insanlara aktarmak ve yayınlamak son derece zordu. Yayınlamanın yanında örneğin kaydetmek de zordu. Bir kere profesyonel stüdyolara gidip, ciddi paralar harcayarak bas ve gitar gibi enstrümanları çalmak ve kaydetmek gerekiyordu. Bunlar için de önemli oranda paralar harcanıyordu. Stüdyolar çok pahalıydı. Tabii iş bununla da yetmiyordu. Ciddi bir dağıtımcı ve yapımcı bulmanız gerekiyordu. Bu şirketi bulduktan sonra onun da sizi kabul etmesi gerekiyordu. Tüm bunları halledince sıra klip çekmeye gerekiyordu. Yani kısacası çok zorlu bir süreçti tüm bunlar. Ki benimki de çok zor oldu. Yani 2000’li yıllara varana kadar büyük bir mücadele verdim. 97’nin sonunda ilk anlaşmamı yaptık. Ama 92’den beri şarkılarım vardır zaten ve yayınlamak istiyordum. Şimdiyse dijitalde aynı gün yapıp, şarkıyı yine aynı gün paylaşabilirsiniz. Yani belki de bu yüzden her gün milyonlarca şarkı dolaşıma sokuluyor. Bu açıdan çok olumlu gibi görünse de yeni şarkıcılar ve gerçek anlamda müziğe gönül vermiş insanlar için durum çok daha zorlaştı diyebilirim. Çünkü müzik enflasyonu inanılmaz derecede arttı. Çok fazla müzik bilgisi gerektirmeden, herkesin çok rahat bir şekilde şarkı yapabileceği bir hâle geldi durum. Teknoloji buna imkân tanıdı. Çok dinlenen müzik türleri de bu şekilde ilerliyor. İşte hepimizin bildiği belli başlı dijital platformlar ve gruplar var. Buralarda lego birleştiriyormuş gibi günübirlik ve kolayca müzik yapabiliyorsunuz. Daha sonra da yine çok kolay bir şekilde paylaşabiliyorsunuz yaptıklarınızı. Her şeyi bir gün içerisinde yapabiliyorsunuz. 90’lı ve 2000’li yıllarda ise insanlar müziği çok değerli görürlerdi. Biri yeni bir şey yaptığında hemen gündeme gelirdi. Fakat şu an o kadar çok şey yapılıyor ki insanların dikkatini bile çekmiyor. Ayrıca endüstri müzikte çok belirleyici; sıralamalarda, listelerde… Özellikle bu yabancı uygulamaların aslında çok zararlı olduğunu düşünüyorum ben. Bunların milli alternatiflerinin yapılması gerekiyor. Çünkü Youtube, Spotify ya da başka mecraların, müzik üzerinden tüm dinleyicileri ve hatta herkesi yönlendirmeye çalıştığını düşünüyorum ben. Bu da işin en zor kısmı…

İlk soruyla bağlantılı olarak, Türk müzik dinleyicisinin beğenileri üzerine, geçmişle günümüz arasında bir karşılaştırma yapmak mümkün mü? 30 yıl önce beklentileri, öncelikleri ve hatta amaçları nelerdi dinleyicilerin bugünden farklı olarak?

Benim küçüklüğümde, şimdiki gibi kağıt mendiller değil, bez mendiller vardı. O mendiller yıkanır, ütülenir, biz de sokağa çıkarken ya da okula giderken yanımıza alırdık. Daha sonra saklar, tekrar tekrar kullanırdık o mendilleri. O mendiller çok değerli hissettirirdi bizi. Bir iki tane olurdu yedeğiyle birlikte. Mendili yapan da çok özenirdi. Zaten asıl özel hissettiren de oydu. Birçok şey böyle özel hissettirirdi aslına bakarsanız. Sahip olduğumuz nesnelerin tamamına sahip çıkardık ve onu hayatımızın sonuna kadar korumaya ve tekrar tekrar kullanmaya özen gösterirdik. Ama şu anki müzik dinleyicisinin durumu öyle değil. Şimdilerin mantığı “fastfood” yani kullan şeklinde çalışıyor. Haftalar, günler ve hatta saatler içerisinde önünüze bir liste geliyor. Siz belki aklınızdaki bir şarkıyı dinleyeceksiniz ama algoritma ile sizin için yeni bir liste belirleniyor. Yani müzik, insanların hayatında sakız gibi bir hâle geldi. Fakat gerçekte müzik böyle bir şey değil. Ben bu durumun dünya sistemin insanları yönlendirme çabası ve gücü olduğunu düşünüyorum. Yani müzik üzerinden insanların şekillendirilmesi ve kendilerine göre, “ıslah edilmesi” projesi olarak görüyorum içinde bulunduğumuz durumu.

Günümüzde müzik türlerinin melezleşmesini, hibritleşmesini çok sık bir şekilde görüyoruz. Rock müziğin türküleşmesi ya da türkülerin pop formuna girmesi gibi. Halk müziğinden ve şiirinden çokça yararlanan biri olarak, sizce, bunu karmaşa mı yoksa zenginlik olarak mı görmek gerekiyor ve her halükârda da bunun sebepleri nelerdir?

Müziğin melezleşmesi, aslına bakarsanız sadece günümüzde değil, tarih boyunca olagelmiş bir durum. Belki son yıllarda bundan daha fazla bahsedebiliriz. Her gün, her an milyonlarca yetkin eserin üretilmesi mümkün olamayacağı için, lego gibi birleştirilmiş müziklerin oluşması son derece doğal. Bu da endüstrileşmeden kaynaklanıyor. Ama tüm bunlara rağmen müzik normal şartlarda da birçok şeyden etkilenir. Yani bir müzik türü tek başına, salt kendisiyle var olamaz. Müzik, toplumların kentleşmesi veya toplumların başka kültürleri tanımasıyla mutlaka farklı kaynaklardan beslenecektir, teknolojiden yararlanacaktır. Bunu çok doğal karşılıyorum. Bir zenginlik olarak algılıyorum. Ama müzik yapan kişiler; kimlikleriyle ve aldıkları eğitimle işlerine ve insanlığa ne kadar saygı duyarsa söz konusu melezleşme o kadar tatlı, güzel ve doğal olur, bir ihtiyacı karşılayabilir. Yani müzikte iç içe girme ve melezleşme bu anlamda zenginliktir.

Evrende hiçbir şey yok olmaz. Her şey ölür, taş ölür, insan ölür. Ama yok olmaz…
Evrende hiçbir şey yok olmaz. Her şey ölür, taş ölür, insan ölür. Ama yok olmaz…

Bugünkü genel geçer dinleyici gruplarını/kitlelerini bir yana bırakırsak, sizin dinleyici kitleniz 90’lardan bugüne gelene kadar nasıl bir değişim içine girdi? 90’larda müzik kanallarında, kasetlerde ve CD’lerle sizi takip edenler ile bugün çeşitli müzik platformlarındaki dinleyicileriniz aynı kişiler mi?

Evet, benim dinleyici kitlem başlangıçtan beri aynı şekilde beni dinlemeye devam ediyor. Bu çok mutluluk verici bir şey. Konserlerde “gerçek olarak” onları görüyorum. Yani beraber büyüdük diyebilirim birçoğuyla. Yıllar geçti, çoluk çocuk sahibi olduk. Öğrenci olan birçok dinleyicim meslek sahibi oldu. Yani Türkiye'nin her yerinde onları takip edebiliyorum. Aynı şekilde beni dinlemeye devam ediyorlar. Çok güzel bir duygu bu. Aramıza yeni arkadaşlarımız da katılıyor gençlerden. Fakat milyonlarca müziğin olduğu böyle bir beni bulabilmek, bana ulaşabilmek ya da benim müziğimi dinleyebilmek biraz zaman alıyor. Yani onlardan da gerekli ilgi-alakayı gördüğümü söyleyebilirim kısacası. Yani ortada bir değişim olduğu çok açık. Benim müziğimde de birtakım değişiklikler olabilir, ama duygu olarak çok değiştiğimi düşünmüyorum. Belki soundlar falan değişmiştir ancak benim dinleyici kitlem şu çok memnun.

Son yıllarda 90’lar ve hatta 80’ler müziğine/müziklerine dair çok yaygın bir merak ve heves var. Bunun temel nedenleri -belki sosyolojik nedenleri- sizce nelerdir? Sadece geçmişe özlem olarak açıklayamayız herhalde…

90’lar, 80’ler ve hatta bana göre 60 ve 70’ler popüler müziğin en iyi ve içerik anlamında en gelişkin dönemleridir bana göre. Geçmişe dair heves her zaman vardır ama bu "geçmişe özlem" değildir. Özlem olarak bakamayız çünkü o geçmişi tanımayan, bilmeyen genç arkadaşlarımız da o şarkıları ve müzikleri dinleyince çok etkileniyorlar. Bunun temel nedeni, bu söyleşinin temel hatlarıyla aynıdır. Yani şu anki müzikler ve tınılar içerikli, gelişkin ve estetik değil. İster sözlere bakalım ister müziğin kendisine bakalım, göreceğiz ki sadece bir tane ritim var. Çeşitli gibi geliyor kulağa ama daha endüstriyel ve teksesli bir müzik. Bunu önceki sorularda da anlatmıştım. Kâğıt mendille, gerçek mendil arasındaki fark gibi görebilirsiniz. Sorunun cevabının burada gizli olduğunu düşünüyorum. Yani eskiden insanların gerçekten âşık olduğu için şarkı yaptığını düşünüyorum. Ya da platonik bir duygu içerisinde bunu yaptığını biliyoruz zaten. Duygular çok daha ön plandaydı. Şimdi ise sadece popüler olma ve ekonomik çevirimin hedef olduğunu düşünüyorum. Ama burada, bu tür müzik yapanları eleştirmiyorum ben. Buradaki asıl aktör, daha önce de dediğim gibi, dünyayı her anlamda dizayn etmeye çalışan “güçler”dir. Yani düşünen insan, estetik dolu insan, farklı insan sıkıntıdır onlar için. Daha kontrol edilebilir insanlar isteniyor. Bunu da müzikle uğraşan insanlar görüyor ve eskiden dinledikleri şarkılara çok daha ilgi duyuyorlar. Ha bir de şöyle bir şey var, onu da söyleyeyim. Yeni arkadaşlarımız ya da yeni insanlar, ne yapacaklarını bilmedikleri için, yapılmış olanı birazcık değiştirip tekrar söylemeyi daha mantıklı görüyor olabilirler. Fakat söylediğim şu anlama gelmesin, “eski şarkılar söylenmesi mi?” tabii söylensin. Hatta bence bu kadar yeni şarkı yapılmasına gerek yok bu arada. Tekrar tekrar eski şarkıların söylenmesini ben önemserim. Bu da yanlış anlaşılmasın yani. Sürekli yeni şarkı yapmak zorunda değiliz. Hiç kimsenin böyle bir zorunluluğu yok. Sanat böyle bir şey değil, müzik böyle bir şey değil. Zaten milyonlarca şarkı var. Her kuşak o şarkıları küçük farklılıklar ekleyerek yeniden söyleyebilir. Yani bu kadar yeni şarkı yapılması da doğru değil.

Cioran’ın bir sözü var, “müzik, mutluluk ülkesine tutulmuş ruhların sığınağı” diyor. Sizce de böyle midir yahut kişisel sanat tarihinizden yola çıkarak nasıl yorumlarsınız bu sözü?

Ne güzel bir söz. “Müzik, mutluluk ülkesine tutulmuş ruhların sığınağı…” Lisede müzik öğretmenim, “müzik nedir?” diye sormuştu. Ben de şöyle cevap vermiştim: “Sizi istediğiniz yere götüren bedava uçak biletidir” Yani istediğiniz yere gidebilirsiniz müzikle. Hâlâ o görüşteyim, benim için öyle en azından. Aslında birçok insan için de öyle. Hatta insanlığın tamamı için… İyi insan vardır. Kötü insanlar vardır. Kötülük yapanlar vardır, iyilik yapanlar vardır… Kısacası türlü türlü insanlar vardır, ama herkes müziği sever, müziği sevmemek düşünülemez bile. Bu açıdan müzik, insanlığın oluşturduğu en önemli şeylerin başında gelir. Müzik, diğer birçok sanat gibi, herkese ulaşabilmiş, herkesin gönlünde yer etmiştir. Dünyaya baktığımızda birçok şey görürüz. Ben bunların tamamını bir mucize olarak algılıyorum. Fakat bunların mucize olduğunu anlamak biraz zaman alabilir. İnsanın yaşayışı, işte kişisel evrimi, tekâmülü her neyse… Fakat müzik öyle değildir. Müzik çabucak görünür, tutulur. Hepimizin hemen algılayabileceği Tanrı’nın en büyük mucizesi diye bakabileceğim bir konudur. Muhteşemdir. Müziksiz bir dünya düşünülemez…

“Müzik, sizi istediğiniz yere götüren bedava uçak biletidir.”
“Müzik, sizi istediğiniz yere götüren bedava uçak biletidir.”

Siz daha önce kimi şiirleri bestelediniz kimi şiirleri ise seslendirdiniz. Peki, bugünkü şiir/edebiyat ortamını düzenli olmasa da takip ediyor musunuz ya da -klasik bir soru olsun- son zamanlarda okuduğunuz kitaplar hangileridir?

Düzenli olarak şu anki şiir-edebiyat dünyasını takip ettiğim söylenemez ama çok da uzakta değilim, çünkü şair-yazar arkadaşlarım var, edebiyatla ilgilenen arkadaşlarım var. Fakat geçmişte özellikle ilk gençlik yıllarımda Türk ve dünya edebiyatından, İngiliz-Amerikan edebiyatından etkilendiğim isimler oldu. Hemingway benim için önemlidir. Jack London çok önemlidir. Özellikle şiir deyince akan sular durur durur benim için. Çok çok çok önemserim şiiri. İnsanlar müzikteki hassasiyetimi bilirler fakat şiirde çok daha hassasımdır. Doğal olarak birçok şairimizi bilirim, severim. Birçoğunun neredeyse bütün şiirlerini okumuşumdur. Hatta Tanzimat edebiyatına varana kadar da ilgilenmişimdir. O metinlerde bazı sözcükleri anlamasak da yine de onların analizlerini yapmışımdır. Özellikle lisenin son zamanlarında Tanzimat edebiyatına karşı ön yargılarım vardı. İyi bir edebiyat öğretmeni olan sevgili Recep Usta’yla o önyargılarımdan da kurtuldum. Türk şiirini dünyanın en büyük edebiyatı olarak kabul ederim yani o kadar iddialıyımdır. Bütün dünya şiirini bilmiyor olabilirim. Ancak Türk şiiri bu kadar önemli saymamın ve dünyanın en iyisi olarak kabul etmemin nedeni daha iyisini düşünemediğim içindir. Çok hassasımdır şiir konusunda. Tabii ki şairlerden sık sık yararlanırım. Şair arkadaşlarımdan da yararlanmışımdır, Ümit Yaşar Oğuzcan’dan bir şiiri şarkı yapmayı çok istemiştim, o da nasip oldu ve “Yıkık” şiirini şarkı yaptım. Ümit Yaşar çok önemli bir şairdir. Şiiri sevmek, anlamak, şiirdeki coşkuyu müzikaliteyi yakalamak ve şiir alışkanlığı elde edebilmek için herkese ve özellikle gençlere tavsiyemdir. Bazen Ümit Yaşar için olumsuz eleştiriler görsem de ben o yorumları çok ciddiye almıyorum. Çok çok önemli bir şairdir. Tabii bizim çok büyük başka şairlerimiz de var. Faruk Nafiz Çemlıbel’den, Nazım Hikmet ve Cemal Süreya'ya kadar. Gerçi İkinci Yeni şiiri bana çok lezzetli gelmez. Ben biraz orada Attila İlhan’ın görüşlerinin etkisinde kalmış bir insanımdır. Yani kısacası şiiri takip ederim ama her yazılana da şiir demem. Kendi yazdıklarım da var fakat örneğin on tane yazıyorsam belki bir tanesine şiir derim. Şarkı sözlerimde de kendime aynı eleştirileri yaparım. Öyle yani. Şiir dediniz, benim için akan sular durur…

İki kısa soru sormak istiyorum

1. Karacaoğlan ne zaman geri gelecek

2. Güzel olan her şey sona ermek zorunda mı?

Bu soru da çok tatlıymış. “Karacaoğlan ne zaman geri gelecek?” Çok güzelmiş. Karacaoğlan ve ben ikimiz de aynı coğrafyanın insanıyız. Büyük ihtimalle benim büyük büyük büyük babalarımdan biri ya da dedem diyebilirim onun için. Kızımın adı Iraz Elif, Elif biraz da Karacaoğlan’ın Elif’idir. Onu da öyle söylemiş olayım. Karacaoğlan bitmez yani. Toprak olur, çimen olur, ağaç olur ama bitmez. Yok olması mümkün olmadığı için geri gelecek mi demek de bana göre biraz anlamsız kalır. Benim için Karacaoğlan hep vardır. En azından bende duruyor yani onu biliyorum.

İkinci soru ise, “güzel olan her şey sona ermek zorunda mı?” Evet, bu da çok güzel bir soru ya da bir haykırış. Kırılan her şey, sona erer. Ama yok olmaz. Değişir, devam eder. Evrende hiçbir şeyin, dünyada hiçbir şeyin, yok olduğunu düşünmüyorum ancak her şey ölür taş ölür, insan ölür. Fakat bu bir bitiş ya da yok oluş değildir. Daha başka şekillerde devam eder, yaşam bir şekilde yolunu bulur.

Son olarak, hangi şehre geç kaldınız?

Hangi şehre geç kaldım? İlginç geldi bu soru da. Yani yıllar önce Adana'dan İstanbul’a dönme anım vardır. Uçakla dönecektim ama altı saatlik bir rötar yaşadık. Aklıma bu geldi fakat bu çok tatsız gerek yok anlatmaya. Ben soruyu şöyle yanıtlamak istiyorum. Aslında üç şehrimize geç kaldığımı düşünüyorum. Bunlardan ilki hiç gitmediğim için geç kaldığımı düşündüğüm Tunceli. Orada bir konser vermek isterdim. Sonra, Muş ve Hakkâri… Bir de bir Gümüşhane var. Buralara hiç gidip konser verdiğimi hatırlamıyorum, gezmedim de. Sanki buralara geç kaldım. Mutlaka gitmem gerekiyor.