Kurbağaların şarkısı

​Kurbağaların şarkısı.
​Kurbağaların şarkısı.

Paul Thomas Anderson’un Magnolia (1999) filmindeki o meşhur gökten yağan “kurbağa yağmuru” sahnesini bu kadar etkileyici yapan neydi? Kurbağa imgesinin bizzat kendisi belki de. Kurbağaların, gökyüzünden insanların üzerine yağmak dışında başka meziyetleri de var elbette. İki yüz milyon yıldır buradalar mesela. Suyun altında, suda, karada, her türlü şartta ve iklim durumunda yaşamayı başarmaları takdire şayan. Hayatta kalmayı seviyorlar. Kâinata şarkı söylemek onların işi. Bazen rahatsız edici/sinir bozucu olsa da şarkıları, bir an için bile ara vermeden büyük iştiyakla devam ediyorlar serenatlarına. En eski çağlardan bu yana, kıtaların yer değiştirmesinden büyük tufanlara, dinozorları yok eden göktaşlarından okyanus taşıran sellere, yeryüzünün lavlarla yıkanmasından taş üstünde taş bırakmayan sarsıntılara kadar, dünyanın başına gelen bütün felaketlerden sağ çıkarak kendine özgü ötüşleriyle kâinatın varlığını selamlıyor yoldaş kurbağalar.

Hayatta kalmayı seviyorlar. Kâinata şarkı söylemek onların işi.
Hayatta kalmayı seviyorlar. Kâinata şarkı söylemek onların işi.

Kurbağalara bakmak!

  • Benim gönlümde sen bil ki
  • Sadâ deminde kurbağasın
  • Sabahattin ALİ

Kurbağa sıcak yaz gecelerinin habercisidir, sesleri ve şarkıları davetsizce pencerelerden içeriye dolar. Aynı anda yüzlerce kurbağanın coşkulu ötüşleriyle bir mevsimin varlığı işaretlenir. Sabahattin Ali, Ayşe Sıtkı’ya gönderdiği 20 Mart 1934 tarihli mektubunda, “Geçen akşam tam gurup zamanı buralarda dolaşırken bütün kurbağalar ötmeye başladılar. Hemen yolun kenarına oturdum, bunları dinlemeye başladım,” derken aynı davetsizliği anlatır aslında. Aynı zamanın içinde tuhaf bir orkestra gibi çınlamaya başlayan o müziği duyduğu anda, durup, kulağını o yöne yaslayarak huşu içinde sesleri dinlemeye başlayan Ali, yazdığı ilginç kurbağa şiirleriyle de biliniyor malum. Biliriz ki şair Sabahattin Ali, yaz mevsimini hissedercesine kurbağaları duyar. Kalbindeki gürültüyü bastırır gibi o kurbağaları dinler.

Edip Cansever ise, Çağrılmayan Yakup şiirinde kurbağalara bakmaktan gelir, budur mesleği. Hiç durmadan kurbağalara bakarak ve onlara bakmaktan dönerken yakalandığı şiirin adını sayıklayarak yaşar. Kurbağalara bakılır, telaşlı, açgözlü, mor kurbağalara. Görmezden değil, bakmaktan gelinir: “Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup / Bunu kendine üç kere söyledi / Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar / O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım.” Vedat Günyol’a göre Cansever’in kurbağaları bir zamanlar İşçi Partisi’ni oluşturan o güzelim insanlar idi, kim bilir? Çağrılmayan Yakup, bay hiç kimse değil, Cansever’in ta kendisiydi. Kurbağa orkestrasının şarkılarını duymaya ancak bir şairin gücü yeterdi zaten. Ahmet Haşim’e mehtap, gece, göl ve tabiattan bahsettiği için takılan "Kurbağa Şairi" lakabındaki derin güzellik de şurada dursun.

Biliriz ki Sabahattin Ali, yaz mevsimini hissedercesine kurbağaları duyar. Kalbindeki gürültüyü bastırır gibi o kurbağaları dinler.
Biliriz ki Sabahattin Ali, yaz mevsimini hissedercesine kurbağaları duyar. Kalbindeki gürültüyü bastırır gibi o kurbağaları dinler.

Ölüler diyarından bahara doğru

Yapışkan derileri, ürkek halleri ve hiç durmadan hareket etmeleriyle meşhur, sürüler hâlinde yaşayıp, çok ses çıkaran kâinatın ilk dört bacaklıları. Çoğu zaman büyücülerin malzemesi, bütün deneylerin ideal kurbanı, masallardaki üzgün prenseslere prens adayı, sıçrayarak yürüyebilmenin şahı, pazarlarda satılırken su bülbülü, balon gibi şişsen ses keseleri ve bu dünyanın ilk şahitlerinden biri. Kurak mevsimlerde toprağın derinliklerine, soğuk kışlarda ise ormanın kuytularına gömülerek ölüm uykusuna yatan kurbağalar, yağmuru ve baharı beklerler. Bu onlara verilmiş bir lütuftur. Ölüler diyarından dönüp sıcak günlere kavuştuktan sonra hep bir ağızdan aynı anda çılgınca şarkılarını söylemelerindeki o coşkuyu insanların anlamasını beklemezler zaten.

Üçgen biçimli kafaya, silah gibi kullandığı bir dile ve pörtlek gözlere sahip, kendi boyunun kırk katına zıplayabilen kurbağalar. Dünyanın ilk şahitleri. Akira Kurosava Kurbağa Yağı Satıcısı adlı otobiyografisinde, savaş öncesinde gezgin satıcıların ülkenin dört bir yanında dolaşıp bir şeyler satmaya çalışırlarken, özellikle yanık ve kesikleri iyileştirdiği sanılan bir iksiri elde etmek için geleneksel bir yöntem kullandıklarından bahsediyordu. Dört tane ön, altı tane de arka ayağı olan bir kurbağanın dört tarafı aynayla kaplı bir kutuya konulmasının akabinde, değişik açılardan görüntüsünü izleyen kurbağa hayretler içinde kalarak her seferinde yağlı bir sıvı salgılıyordu. Toplanan bu sıvının bir söğüt salıyla karıştırılarak yavaş yavaş kaynatılmasıyla da işte o harika iksir elde ediliyordu. Kurosava şöyle diyor: “Kendimle ilgili bir şeyler yazma düşüncesi aynalı kutudaki kurbağayı hatırlattı bana. Görüntüme uzun yıllar boyu değişik açılardan bakıp beğendiklerimi ve beğenmediklerimi ayırmalıydım. On ayaklı bir kurbağa olmayabilirim ancak, aynada gördüklerim sanırım kurbağa gibi yağlı sıvıya benzer bir şeyler salgılatacak bana.”