Matıas Faldbakken: Sanatçı olabilmeyi seçecek kadar sorumsuzdum

Garson ve Biz Beş Kişiyiz’den sonra Türkçedeki üçüncü romanı Zavallı Şey ile bir kez daha dikkatleri üzerine çeken Norveçli görsel sanatçı ve yazar Matias Faldbakken’le son romanı üzerinden İskandinav edebiyatını, romanlarını ve edebiyata bakışını konuştuk.
Söyleşimize başlarken sizinle ilk konuşmak istediğim konu, sanatçı bir aileden geliyor olmanız. Yazar bir baba, yönetmen bir ağabey ve sizin çağdaş İskandinav Edebiyatı adına dünya edebiyatına kazandırdığınız kitaplarınız. Sanatçı bir ailenin avantajları ve dezavantajları neler?
Bunun bana getirisi olarak, belirli bir maaş üzerinden hayatımı idame etmek zorunda gibi hissetmeyişimi söyleyebilirim. Babamın yanında büyüdüm ve bana hiçbir zaman edebiyatı ya da sanatı dayatmadı, ama başka şeyleri de dayatmadı. Para hakkında hiç konuşmazdı. Bir kere bile para konuşmamışızdır. Paranın bir sorun olabileceği aklıma bile gelmezdi. Dezavantaj olarak da yetişkin hayatına pek hazırlıklı olmayışımı sayabilirim. Bu yüzden sanatçı olmayı seçebilecek kadar sorumsuzdum.

Edebiyat kariyerinize 2001 yılında başlıyor ve kendi adınızı kullanmadan bir üçleme roman yazıyorsunuz. Bu romanlar İngilizceye de çevrilmiyor. Biraz deneyim kazanmak, biraz kendinizi tanımak, nasıl bir yazar olduğunuzu görmek için mi edebiyat çevresine böyle bir giriş yaptınız?
O kitapları yazma dürtüm dışında bir planım yoktu. Kendimi tanımak gibi bir hırsım yoktu, ama sanırım bu da biraz gerçekleşti. Yazarak daha net düşünmeyi öğrendim. Kitaplar da beni değiştirmiş olabilir. Kitaplar ve sanat eserleri ilginç şeylerdir; onlar aracılığıyla kendinize bir şeyler öğretebilirsiniz. Kimliğinizin bir parçası haline geliyorlar, iyi ya da kötü, ürettiğiniz şeyler sizsiniz.
Üçlemeyi tamamladıktan sonra arka arkaya yayımladığınız Biz Beş Kişiyiz, Garson, Zavallı Şey romanlarınızla kendi isminizi kullanıyorsunuz ve uluslararası düzeyde tanınırlığınız artıyor, romanlarınız çevrilmeye de başlıyor. Tam olarak kafanızdaki hikâyeleri bu romanlarınızla mı anlattığınızı düşündünüz?
Son üç kitap ilk üç kitaptan farklı. Daha az agresifler. İhtilaflı konulara daha az değiniyorlar. Geleneksel edebi anlatılara daha yakınlar. Her şeyden önce, aslen bir görsel sanatçı olduğum için edebiyata dair belirli bir bakış açım yok. Romanları bazı şeyleri göstermek için bir araç olarak kullanıyorum. Evet, çoğu zaman hikâye anlatmak yerine bir şeyler göstermeye daha meyilliyim. Hikâyeler genellikle bir hikâye anlatmaktan ziyade bir şeyleri (bir kil parçası, bir garson ve çalıştığı restoran, vahşi bir çocuk, vb.) gösterme isteğimin yan ürünleridir.

Bir söyleşinizde, “Ben, geleneksel aile değerlerinin yatağında tamamen anarşist bir kargaşanın sözcüsüyüm.” demişsiniz. Bahsettiğiniz kırsal kesim anarşizminin, vahşiliğinin, ilkel dürtülerin, yabani davranışlar temasıyla hikâyeler yazmanızın tesadüf olmadığını düşünüyorum. Tam da burada Zavallı Şey’i yazma meselenizi, odak noktanızı sormak isterim. Hangisini odağa alıp öne çıkarmak istediniz?
Bu eski bir söylemim, ama evet, sorunlu aile dinamikleri ile daha da vahşi sınırları aşan güçlerin karşı karşıya gelmesi kitaplarımda tekrar tekrar işlenen bir konu olmuştur. Zavallı Şey’de birkaç tema var, bence ana temalardan biri ilgi ve bakım eksikliği. Kitap, ihmal edilmiş çocukların kendi içlerinde birbirleri için bakım biçimleri bulmalarını anlatıyor.
Biz Beş Kişiyiz, Garson, Zavallı Şey. Bu üç romanın bazı tematik unsurları benzerlikler gösteriyor ama farklarının ne olmasını istediniz? Her biri için ayrı ayrı bu hikâyede farklı olarak şunu denemek istiyorum, dediğiniz yerler oldu mu?
Genellikle (yukarıda bahsettiğim gibi) göstermek istediğim bir ana fikir ve bazı “unsurlar” veya bazı karakterlerle başlıyorum. Hikâyeler bunun üzerine inşa ediliyor. Kitaplar giderek farklılaşıyor; çünkü her zaman hakkında yazarak anlamaya çalıştığım yeni bir şey oluyor.

Garson romanınızda çok bakımlı bir kadın bir gün restorandan içeri giriyor ve bütün hikâye değişiyor. Zavallı Şey’de ise tam tersi; Utskilde gelişmemiş, tam anlamıyla ilkel ve yabani ama o da geldiği andan itibaren hikâyeyi tamamen değiştiriyor. İlkel veya modern kadın imgesinin değiştirme gücüyle neyi tam olarak anlatmak istediniz?
Bence Garson’daki kadın o zamanın canavarı iken Zavallı Şey’deki Utskilde bir şekilde bir kahraman. Ama her ikisinde de düzeni bozan birer karşıt karakter havası var. İkisinin de kadın olması tesadüfi olabilir. Ben ikisini daha önce hiç karşılaştırmadım. Her iki kitapta da sınıfsal bir bakış açısı var. İki kadın da sınıfsal olarak uç noktaları temsil ediyor olabilir.
Oscar ve Utskilde; kadın ya da erkek, vahşi veya değil, düz veya komik, asosyal veya çok sosyal hikâye süreci içerisinde birbirlerini sürekli tamamlıyor olmalarını baştan itibaren böyle mi yazmak istemiştiniz yoksa hikâyeyi yazarken bu iki karakter birbirlerini mi bütünledi?
Yazma sürecim sırasında çok şey değişiyor, başladığımda ikisi arasındaki dinamikler tam olarak netleşmemişti. Rolleri sürekli olarak değiştirmeleri ve paylaşmaları yazarken keşfettiğim bir şeydi. Bütün kitap aralarındaki enerji ve etkileşim üzerine kurulu. Hikâye bu dinamikle, birbirlerini ilk gördüklerinde başlıyor ve ayrıldıklarında bitiyor.

Oscar ve Utskilde kırsaldan kaçıp Oslo’ya, şehre geliyorlar. Bu ikili ilişki Tommy ile üçlü bir ilişkiye dönüşüyor. Kırsaldaki yabani aile portresiyle, şehirdeki modern toplum ve sınıflar bazındaki tüm farklar birbiriyle çarpışmaya başlıyor. Vahşet aslında şehirde tam olarak ortaya çıkıyor diyebilir miyiz?
Evet, Oslo’ya geldiklerinde görünür hale gelen bir tür vahşet var. Ama bu, şehir kavramının “çağdaş” bir eleştirisi değil. Oslo’yu, Paris’e 1900’lerde gelen kırsal kesim insanlarının modernliği deneyimlediği gibi anlatmak istedim. Bu yüzden Oslo şehrinin anlatılışında anakronik bir his var. Eğer Oslo’ya gittiyseniz oranın bir metropol olmadığını bilirsiniz. Ama bu iki kaçak için orası bir metropol.
Hikâyelerinizdeki sinirimizi bozan ve dikkatimizi kamçılayan gerilim unsurlarını da konuşmak istiyorum sizinle. Her an bir şey olacakmış hissi, gerilimin bir perdenin, kapının ardından bize bakıyor oluşu, ortaya çıkmayı ve her şeyi paramparça etmeyi beklemesi son derece planlı yaptığınız ve metinde kesinlikle olmasını istediğiniz unsurlar gibi geliyor bana…
Evet, hikâyeye hâkim bir gerilim olduğunu duydum. Ama bu çok iyi hesaplanmış ya da planlanmış bir şey değil. Belki de hissettiğiniz şey, hikâyenin akışında ne olacağına dair benim kendi merakımdır...

İskandinav Edebiyatı için Avrupa Edebiyatı ile entegre bir edebiyat anlayışı var diyebilir misiniz yoksa tamamen ayrı bir edebiyat anlayışı mı var?
Bu konuda çok fazla bilgim yok. Bahsettiğim gibi ben her şeyden önce bir görsel sanatçıyım ve daha çok o kısma yatkınım. Birçok İskandinav yazarın Avrupa edebiyat geleneğine oldukça hâkim olduğunu düşünüyorum. Ancak eserlerin çoğunun kendine özgü bir İskandinav tonu var - belki çok kozmopolit değiller denilebilir.
Masanızda yeni bir çalışma var mı ve bu yine bir roman mı olacak?
Evet, şu anda bir roman üzerinde çalışıyorum. Ancak sanatıma ve sergilere zaman ayırmak için ara vermek zorunda kalmıştım. Yeniden üzerinde çalışmaya başladım.