Mehmet Can Doğan: Dünya ile ilişkimiz dil üzerinden ilerler

Karadağ'da.
Karadağ'da.

Son olarak Necip Fazıl Şiir Ödülü’nü alan şair, eleştirmen ve akademisyen Mehmet Can Doğan ile şiirde kuşak kavramından edebiyat arkeolojisine; benlik denen şey’den araf ’ta olmaya ve şehirlerin bize ne söylediğine kadar keyifli bir söyleşi yaptık…

Türk şiirinde sizin kuşak kadar çok poetik metin üreten yok. Neydi 90 Kuşağını poetik metin üretme konusunda bunca heyecanlı, verimli, ısrarlı kılan? Diğer kuşaklardan sizi ne ayırdı; size kazandırdı poetika ve eleştiri metinleri üretmek?

“Kuşak” belirlemesine mesafeli durduğumu belirterek başlayayım. Bir ayrım ögesi olarak “kuşak” kabulü, sorunları da beraberinde getiren bir kabul. Şiir veya edebiyatın farklı türlerindeki diğer metinler, belli dönemlerde, belli bir tarih aralığında yazan bütün şair ve yazarların birlikteliğinin göstergesidir. Elbette, farklı ölçeklerde ve temsil yoğunluğunda bir araya gelen grupların dayanışmasıyla çıkarılan kimi dergilerde, belli bir itiraz belirginleşebiliyor. Yine de bu yayınlarda bir araya gelenlerin asıl ayırt edeninin yaş değil, görüş ortaklığı (dünya görüşü, şiir görüşü vs.) olduğu kanısındayım. Bana göre, şair veya yazarlar, kuşak ayırt edeniyle değil, kişiliği ve bunu metinleriyle belirginleştiren şair/yazar imgesiyle ayrışır.

Brooklyn Köprüsü'nde, New York'ta.
Brooklyn Köprüsü'nde, New York'ta.

Kuşak kavramı, mevcudu değerlendirme çabasında işlevsel bir biçimde kullanılabilir. Bu da daha çok tarihsel bakışa içkin bir tutumdur. Bunları söylerken 2000’lerden bu yana “kuşak refleksi”yle ortaya çıkan veya çıkmaya çalışan birliktelikleri görmüyor değilim. Ama 1990’lı yıllarda, farklı şiir iddialarını benimseyen ve kimi şiiriyle kimi düzyazısıyla bu iddiayı somutlaştırmaya çalışan/somutlaştıran çıkışların düşünsel veya duygusal ortaklaşalık tabanına yerleştirilmemesi gerektiği kanısındayım. “90 Kuşağı” belirlemesi, ortaklaşalıktan öte belli bir yaş dilimini imleyecek biçimde kullanılıyorsa 1960’larda doğup edebiyat dünyasında 1990’larda görünürlük kazanan ve günümüze gelene kadar da yazarak poetik tutumunu oluşturan adlar, bu başlık altında anılabilir. Bu çerçevede, poetik metin üretme kaygı ve pratiği her bir şair özelinde değerlendirilmeli…

Peki, eleştiri metinlerinin yoğunluğu hakkında ne diyebilirsiniz hocam…

1990’larda görünürlük kazanan ve hâlâ yazan adlar, eleştiri yazılarıyla hem kendi şiirlerine çalışmış hem de şiirin kendileriyle başlamayan, tarihselliği bulunan bir varlık alanı olduğunu fark etmişlerdir diyebilirim. Benim ilk kitabım Mene Tekel Feres’in (1993) önüne koyduğum “Po(em)etika” başlıklı poetik metnim, erken bir metindir. Kitaba dâhil olmadan önce 1993’te A’raf adlı dergide yayımlanmıştı. Lisans bitirme çalışmam, modern Türk şiirindeki poetikalar üzerineydi. Kendi poetik metnim için “kuşak refleksi” veya kuşağın ortak eğiliminden çok, andığım çalışmanın kazandırdığı birikimin epey yönlendirici olduğunu söyleyebilirim. Kaldı ki yıl bazında belirlediğim “90 Kuşağı” şairlerinden herhangi birinin bu tarihte ve öncesinde yayımlanmış poetik bir metnini de hatırlamıyorum. 1990’ların sonu ile 2000’lerin başında yoğunlaşıyor poetik metin üretkenliği.

90’lı yıllarda hem Türkiye hem de dünya çok farklıydı bugünden. Siyasetten teknolojik gelişmelere kadar… Peki, o yıllarda bir Türk şairinden beklenen neydi bugünden farklı olarak? O yıllarda siz Türkiye’yi, dünyayı ve şiiri nasıl algılıyordunuz?

Bugün Türk şairinden bir şey bekleniyor mu bilmiyorum. Çünkü o gün beklenmiyordu veya bekleniyorsa da biz beklentilerden uzaktık. Sadece şiir ve düzyazıyla meşgul oluyor, dergi çıkarıyorduk. Tabii, beklentiler belirleyip veya gözetip yazanlar da vardı; yine de başkaları adına kesin konuşmayıp belki diyeyim. Bir grup şair ve yazar, şiir ve yazı odağında buluşmuştuk. 1990’ların başında ideolojik ayrımlar keskin bir biçimde işlemese de onların varlığı hissediliyordu. Türkiye’yi sığ bir çift kutupluluk içinde dönüp duran ve edebiyat dünyasını da sığlaştıran bir cendere gibi algılıyordum. Arkadaşlarım da vardı böyle algılayan. Onlarla arafta durduğumuzu belirginleştiren A’raf dergisini çıkarmıştık zaten. Şiiri algılayışımda, gördüğüm Türk edebiyatı öğreniminin kazandırdığı bilgi ve birikimle seçici ve eleştireldim. Bununla birlikte, geniş bir okuma ufkum vardı. O yıllarda, modern Türk şiirinin 1950 sonrasındaki yenileyici hamlelerinin içinde yer almış çoğu şair yaşıyordu. Onları ilgiyle okumakla birlikte şair imgelerine teslim olmamaya, yenilmemeye de özen gösteriyordum. Mesafeyi hep korumaya çalıştım onlarla ilişkimde. Mesafeden kastım, okuma ve yazmaya ilişkin bütünüyle; değilse, onlarla tanışmak falan gibi arayışım da kaygım da yoktu.

Kızıyla Aksaray'da.
Kızıyla Aksaray'da.

Hocam Türk geleneğinden hem poetik hem politik hem de kültürel anlamda epey besleniyorsunuz. Şiirlerinizde Attar var, şaman var, zümrüdüanka var, Misak-ı Milli var, Aleviler var, Deli Dumrul var, Orhun Abideleri'nden alıntı var... Peki, gelenekle böyle bir bağ kurmanın ne tür bir önemi var, muradınız nedir bundan?

Benim şiirlerime bakarak Türk kültürüne ilişkin belirttiğiniz bağ, ideolojiden değil edebî oluştan kaynaklanıyor. Dünya ile dil üzerinden ilişki kurdum. Böyle olunca da kültürü metinler üzerinden algıladım. Bununla birlikte, kitabî kalmadığımı düşünüyorum. Çünkü bir “ihya” kaygısı duymadım hiçbir zaman; geleneği dilde gördüğüm için düşünemezdim de. Ayrıca geçmişi hep dirimi anlamak sürecinde hatırladım. Bu da bana, ilişkilerin doğasını, benzeriyle ve kozmik âlemle, tabiatla ve hayvanla ilişki içindeki insanı anlamada önceki insanların dikkatini kavrama hassasiyeti kazandırdı. Türk kültüründen olduğu kadar Batı kültüründen metinlerle de haşir neşir oldum. Varoluşu her zaman gözettim. Varoluşa ilişkin kadim, eski ve güncel hikâyeler, anlatılar her zaman ilgimi çekti. İnsanı anlama çabası, benliğin kuruluşunda önemli ayrıntıları fark etmemi sağladı. İnsanlığın birikimiyle bağ kurmayı, varoluşun zemin bulması olarak gördüm belli ki. Bu süreçte, bir hedef belirleyerek sistemli bir çalışmayla o hedefe ulaşmaya çalışmadım. Kendimin onlarla olduğunu anladım; onlarla oluştum. Vurgulamalıyım ki dirimsel olandan uzağa düşmedim; daha doğrusu, geriye dönük bir bakışta, dirimin insan birikimini güncellediğini söyleyebilirim.

Hocam gerek akademik gerek edebi toplantı ve programlar dolayısıyla birçok şehre gittiğinizi düşünüyorum. Peki, aklınız bu şehirlerden hangisinde kaldı? Yani bir bahane bir sebep olsa da tekrar kaçıp gitsem dediğiniz? Neyi bıraktınız orada...

Bir şehirde kısa veya uzun süreli kalış, şehre ilişkin algımı belirliyor benim. Türkiye’de gittiğim kimi şehirler, gitme öncesi görme merakımı kamçılıyor. Ama şehri gördüğümde genellikle beklentimin dışında veya gerisinde bir şeyle karşılaşıyorum. Hemen dönme isteği uyanıyor; orayı (da) görmenin verdiği doygunluktan mı, şehirlerimizin hep birbirine benzemeye başlamasından mı bilmiyorum. Türkiye’de her şehre erişebilme garantisinin oluşturduğu bir erteleme tutumu da var görmek isteyip de henüz göremediğim veya gidip de yine gitmek isteyeceğim şehirlere karşı. Ayrıca, ülkenin insanlarının nasıl davranacağını az çok biliyor veya öngörebiliyorsunuz. Yurt dışında gördüğüm kimi şehirler, yeniden görme isteğini kamçılıyor. Çünkü onlar keşfetme arzusu uyandırıyor veya keşif imkânını saklı tutuyor. Viyana’da bir hafta kadar kaldım; tekrar gitmek, sokaklarında kaybolmak, hem doğası hem de tarihî yerlerini tekrar görmek isterim. New York’ta birkaç gün kaldım; orası da keşif arzusu veren bir şehir. İki gün kaldığım Taşkent ise beni hep çağıran bir şehir. Yurt dışında uzun süre kaldığım şehirlerin de hakkını verememişim gibi gelir kimi zaman. Yerleşikliği hissetmek veya “Buradayım işte.” duygusuna kapılmak şehri düzleştiriyor. Oralara da gitmek arzusu duyarım kimi zaman ama bu, şehirden çok kendime gitme arzusu sanki.

Peki, şehirlerin şairler üzerinde nasıl bir etkisi vardır hocam. Sizin üzerinizde hangi şehrin/şehirlerin ne gibi bir etkisi var? Ben Gebzeliyim mesela. Gebze arada kalmış bir yerdir, Türkiye gibi. O yüzden zihnimi hep parçalanmış hissederim.

İnsan bir yerlerde -sorunuz bağlamında şehirlerde doğar, büyür, yetişir; sever, ayrılır, üzülür, sevinir, yitirir, bulur; toplumsal bir varlık olduğunu ilişkilerde fark eder. Elbette, şehirlerin kültürel florası vardır. Söylediklerimi kişilerin benliğine farklı hassasiyetlerle, motiflerle, kırılganlıklarla, umutlarla vs. işler. Dirimden umudu kesmemek, dirime inanmak gerekir. Bir şehrin verdiklerini başka bir şehir alabilir; birinin bozduğunu diğeri düzeltebilir. Ben giderek kendimi bir şehir olarak yaşamaya başladım. Bütün şehirler bendeymiş gibi hissediyorum. Bir ilişki, bir temas, bir bakış, bir davet… kendimde yolculuğa çıkarıyor sürekli. Benlik denen şey, böyle böyle oluşmuş bir ülke galiba.

Safranbolu'da.
Safranbolu'da.

Peki şiir yolculuğunuzda şimdi sırada neler var hocam? Toplu şiirler çok önemli bir merhale. Acaba bu yeni bir yönelimin habercisi mi? Çünkü 1993’ten bugüne birçok farklı yönelim denediniz. Bazen lirik bazen ironik bir yola başvurdunuz. Kimi zaman içine kapanıkken kimi zaman çağ eleştirisi yaptınız. Acaba yolculuk nereye doğru gidiyor?

2023’te yeni bir şiir kitabım çıkacak. Aslında, yolculuk hep insana/insanda/insan merkezinde ama yol, yeni olgularla çatallanıyor sürekli. Çıkacak yeni kitabımda, psikolojik veya ruhsal durumlar, olgular, insanın açmazları, imkânları, sınırları, sınır öteleri, ilişkiler içinde var oluşu veya bir varlık durumu olarak yitişi, ölüm, dirim ve bunların insan zihninde birbirine karşı hamleleri, fısıltılar, çığlıklar, haykırışlar, iniltilerle fark ediliyor, duyuluyor. Bu kitaptan sonra da, insan denen dünyada nereye çıkılırsa oraya doğru yürümeyi sürdürürüm.