Mehmet Samsakçı seyahat ve yaratıcılık ilişkisini nasıl yorumluyor

Mehmet Samsakçı: Yol, daima tekâmül ettiricidir
Mehmet Samsakçı: Yol, daima tekâmül ettiricidir

Siyaset ve Roman, Tütmeye Devam Eden Buhurdan ve Tanpınar’ın Eşiğinde gibi kitaplarıyla tanıdığımız Prof. Dr. Mehmet Samsakçı ile seyahat-akademi ve yaratıcılık ekseninde kapsamlı bir söyleşi yaptık…

Birçok akademisyen, sanatçı veya yazar düzenli seyahatlerin veya yürüyüşün şehrin olumsuz yanlarıyla başa çıkmada vazgeçilmez bir panzehir olduğu düşünüyor. Peki, sizin ilk gençliğinizden bugüne seyahat ve gezinti ile aranız nasıldır?

İnsanın en büyük zaaflarından biri yanlışa alışmasıdır
İnsanın en büyük zaaflarından biri yanlışa alışmasıdır

İçinde bulunulan mekândan, ortamdan ara ara uzaklaşma, daima sağaltıcıdır. Zihnen ve bedenen… Yeryüzündeki macerasında insanın en büyük zaaflarından birisinin daima “yanlışa alışma” olduğunu düşünmüşümdür. Eşyayı, tabiatı, insanı, her şeyi sürekli aynı noktadan görme ve anlama çabasının bize kaybettirdikleri zannettiğimizden çok fazladır. Gereğinden fazla mukim olarak hayatın bize sunduğu pek çok zenginlik ve güzellikten kendimizi mahrum ediyoruz. İkamet yani bir yerde oturmak -adı üzerinde- bir yere yerleşmek güzeldir. Bu bir kök salıştır fakat yerin, yerimizin asıl değerini bize özge yerler öğretir. Asırlar öncesinden,Gelin ey ehl-i hakîkat çıkalım dünyadan / Gayri yerler görelim özge safâlar sürelim” diyen Fuzûlî’ye ara sıra kulak vermek lâzımdır.

Sorunuzun ikinci kısmına gelince: Ben bir esnaf çocuğu ve torunuyum. Rahmetli dedem tohum satardı ve haftanın 4 günü memleketim olan Mustafakemalpaşa’nın, Karacabey, Susurluk, Manyas gibi civar kasabalarına pazarlara gidilirdi. Okulum müsaade ettiği kadar yıllarca O’na refakat ettim. Bunları küçük seyahatler olarak görmüşümdür zira her bir “yol” tecrübesinde çocuk ruhum ve zihnim bir şeylere uyandı. Sonraki yıllarda da uzunlu-kısalı seyahatlerimin hepsi mutluluk vermiştir bana. Seyahat iyidir.

Hemen herkesin bir yol/yolculuk hikâyesi vardır. Peki, sizin için yolculuğun mahiyeti nedir? Mesela Nezihe Meriç yolculuk için “sürüklenme” diyor. Sizce hayat yolculuğuna “sürüklenme” diyebilir miyiz, bu biraz “edilgenlik” içeriyor sanki…

Yol, daima pişirici, tekâmül ettiricidir. Biliyorsunuz, beşeriyetin bazı çok büyük anlatıları “yol”a ve yolda pişmeye dayanır. Simurg, Akhilleus’un İthaka’dan çıkışı ve ona dönüşü, bizim edebiyatımızda Hüsn ü Aşk bunların ilk akla gelenleri… Dervişin seyr ü sülûku da bir yol hikâyesidir.… (Sülûk, “silk” kökünden gelir ve “yollar” demektir.) Bu itibarla tekâmül için yola çıkmak, imkânları yoklamak, birtakım sınırları zorlamak çok mühimdir. Biraz fazla etimolojik düşündük ama aslında yolculuk mânâsına gelen “sefer” kelimesi Türkçede “defa, kez” gibi anlamlar kazanmıştır. Çünkü her seferde bir “yeniden”lik durumu vardır. Bu yüzden yolu, yolculuğu olgunlaşma ve bütünlük için bir şart sayarım.

Beşeriyetin büyük anlatıları “yol”a ve yolda pişmeye dayanır
Beşeriyetin büyük anlatıları “yol”a ve yolda pişmeye dayanır

Hayat yolculuğuna “sürüklenme” denebilir mi? Belki… Şurası muhakkaktır: Dünyaya gelmek, çok lezzetli, çok esrarlı, çok ulvî bir âlemden, güzellikler kadar çirkinlikler de barındıran süflî bir yere düşüştür. Bir sürgün yeri gerçekten bu anlamda. Ama bu sürgünü sonsuz bir mutluluğun imkânlar manzumesi hâline getirmek de kişinin elinde.

Peki, şehirler sanatçılar üzerinde nasıl bir etkisi bırakır? Sizin üzerinizde hangi şehrin/şehirlerin ne gibi bir etkisi vardır?

Sanatçıların pek çoğu, kendi şahsiyetlerini, içinden çıktıkları ve içinde yaşadıkları şehirlerle inşa etmişlerdir. Şehir, ilhamlarla doludur. Güzel bir şehirde Yaratıcı’nın kudretleri ve bahşettikleriyle insanın yapıcı hamleleri kol kola yürür. Bir yaşama üslûbunun aksettiği mekânlardır şehirler. Bu yüzden şair ve yazarlara, oluşturmak istedikleri âlemler için müthiş çıkış noktaları bahşederler. İstanbul, Paris, Dublin, Kahire… Bu şehirleri, şimdi yazarlarından ayrı görmek mümkün mü? Süleymaniye Camii’ni Yahya Kemal’in muazzam şiirini hatırlamadan tecrübe etmek ne kadar mümkündür?

Benim ilk ve son şehirlerim Bursa ve İstanbul’dur. Bursa, dünyaya gözlerini açtığım, İstanbul gözümün dünyaya açıldığı şehir… İkisi de tarih ve tabiat yönüyle çok zengin. Bu ruhâniyetli ve şahsiyetli şehirlerde uyanık bir insanın kendisini yalnız hissetmesine imkân yoktur.

Bursa, dünyaya gözlerini açtığım, İstanbul gözümün dünyaya açıldığı şehirdir
Bursa, dünyaya gözlerini açtığım, İstanbul gözümün dünyaya açıldığı şehirdir

İlerleyen senelerde ise bazı akademik ve idarî görevler dolayısıyla Balkanlarda bulundum. Priştine ve Üsküp’e ayrı ayrı bağlıyım. Bu şehirleri çok özlüyorum, çok düşünüyorum. Tahran’ı çok beğendim; Napoli’yi çok seviyorum. Birkaç defa gittiğim ve günlerce kalma imkânı bulduğum İtalya’da elbette Roma’yı çok önemsiyorum, hâlâ yer yer orta çağ havasını muhafaza eden, bu itibarla çok ilgimi çeken Floransa ve Bologna’yı unutmuyorum ama denizi, tarihi, karmaşası hatta bütün tehlikeleriyle Napoli benim için çok ayrıdır.

Bu şehirlerin üzerimdeki etkisi şu olabilir: Evet, insan dediğimiz realite, öz itibariyle her yerde aynıdır. Aynı kudretler, aynı zaaflar, aynı yaşama telâşları ve motivasyonları… Fakat bu şehirler, bu şehirlerin mimarîleri, sokakları, binaları, bana insanın -Tanpınar’ın tabiriyle- biraz da şartlarının ürünü olduğunu öğretti. En geniş mânâsıyla iklim, insanın maddî ve manevî yapısının temel belirleyicisidir. Bu itibarla şehirleri okumak, insanı anlamanın ilk ve temel yoludur.

Seyahat, akademi veya yaratıcılık nerede buluşur; nereye varırlar birlikte? Sizin seyahat ve yazmaya dair bir rutininiz var mı? Ve bir yazarın, araştırmacının doğayla ilişkisini nasıl yorumlarsınız?

Yazarlar için seyahatin ne kadar iyileştirici, ilham verici olduğunu biliyoruz. Yukarıda dediğim gibi, güzel ve şahsiyetli şehirler daima seslerle, kokularla, renklerle, sürprizlerle doludur ve işitmeyi bilen kulaklara, görmeyi bilen gözlere, koklamayı bile burunlara çok hikâyeler anlatırlar. Bir ilhamlar ve imkânlar hazinesidir şehirler. Akademisyen, elbette bir şair veya edebiyatçı değildir fakat o da bir yazardır teknik olarak. Onun da bir motivasyona, çıkış noktasına hatta bir nebze ilhama ihtiyacı olur. Zaman zaman odasından, kütüphanesinden çıkıp, kendisine ve hayatına dışarıdan ve yukarıdan bakmak zorundadır. Bu düşünce ve yazı macerasında nereden geldiğini, şu an nerede olduğunu ve nereye doğru gittiğini görmeli ve gerekiyorsa ara sıra kendisini kalibre etmelidir. Bu kalibrasyon için seyahat elzemdir.

Seyahat ve yazmaya dair doğrudan bir rutinim yok fakat son yıllarda fonda Doğu’dan veya Batı’dan bir musiki olmayınca zorlandığımı, yorulduğumu gözlemliyorum. Bu da aslında oturduğum yerden bir nevî seyahat mânâsına geliyor. Seslerin, bestenin götürüp getirdiği yerler var.

Doğa, bin yıllardır devam eden bir “oluş”un yeridir
Doğa, bin yıllardır devam eden bir “oluş”un yeridir

Bir yazar, bir akademisyen için doğa elbette büyük bir buluşma noktasıdır. Şu mânâda: İçinde yaşadığımız modern şehirler “parsel parsel”dir. Resmî veya gayr-i resmi sınırlar, çizgiler, kurallarla kuşatılmıştır. Fakat doğa, saflığın, yüzyıl hatta binyıllardır devam eden bir “oluş”un yeridir. Doğayla buluşmak, bir hatırlama, bir arınma, bir başa dönme deneyimidir; bu yüzden de daima besleyicidir. Akademisyenin de asıl hedefi bir yerden insanlığa dokunmak, ulaşmak ve onu yorumlamak olduğuna göre doğayla temasın bütün kasvet ve kesretiyle dünyadan uzaklaşma ve kâinatı anlama noktasında çok değerli olduğu kanaatindeyim.

Artık yazı’ya dair verimlerin dolaşıma girdiği yerler bundan 10-20 yıl öncesi gibi değil. Hayatımızda Spotify, SoundCloud gibi yerler var, sosyal medya araçları var, podcast’ler var. Siz bu gibi mecra ve araçları hem bir eğitimci hem de bir yazar olarak okuyucuya ulaşma bahsinde nerede görüyorsunuz? Hem fayda-zarar hem de geleceğin okuma alışkanlıklarını şekillendirme konusunda?

Yerinde ve kıvamında kullanılmak şartıyla, anlamlı içeriklerin üretildiği ve paylaşıldığı bütün sosyal medya araçlarının işe yaradığını düşünüyorum. Zamanın çok hızlı aktığı; insanı mânen ve zihnen besleyen kaynaklardan (kitap, sohbet vs.) uzaklaşıldığı bir devrede bu araçlar bir boşluğun doldurulmasına katkı sağlıyor fakat bir kitabın vereceği haz ve tatmin başka bir şeydir. Dolayısıyla diğer bütün bu araçları kullanmak, kitap okumamanın mazereti, özrü sayılmamalıdır. Kitap okumadan ömür süren bir kişiyi, herhangi bir insan olmak yolunda başarılı sayabiliriz.

Son olarak;

*Bu toprakların hikayesini anlatmak için neler yapılabilir

*Ve hangi şehre geç kaldınız?

Tekâmül için önemli olan yola çıkmak, imkânları yoklamaktır
Tekâmül için önemli olan yola çıkmak, imkânları yoklamaktır

Bu toprakların hikâyesi… Bir defa şehirleri düzeltmek, tarihî şahsiyetlerini muhafaza ederek onları günün icaplarına karşılık veren, estetikle pratiğin başarıyla buluşturulduğu yaşama alanlarına dönüştürmek… Ülkemize gelen insanlara şehirlerin diliyle “burada kendinden, kültüründen emin, asırlar boyunca doğayla barışık ve insanın ve zamanın realitesine yabancı kalmamış bir toplum yaşamaktadır” dedirtecek plânlamalar yapmak gerekir. Ama evvelâ üzerinde yaşadığı toprağın kıymetleri bilmeyen, bilmediği için de başka toprakların özlemini çeken yeni nesle dokunmak. Bu, belki ilkinden de önemli hatta hayatî bir meseledir. Elbette iyi kitaplar, iyi filmler, sanatın büyüleyici gücüne sahip bütün estetik dışavurumlar mühimdir. Son olarak büyük bir kitlenin -maalesef- yegâne ortamı olan sosyal medyanın imkânlarını seferber etmek… Hikâyemizi anlatmanın en etkili ve kestirme yolları bunlar bence.

Hangi şehre geç kaldım? Buhara.