Millî Sinema’nın kurucu yönetmeni Yücel Çakmaklı’nın mirası bugün nasıl okunmalı?

Millî sinema uğruna bir ömür: Yücel Çakmaklı
Millî sinema uğruna bir ömür: Yücel Çakmaklı

Türk Sineması tarihine bakıldığında, bazı isimler yalnızca yönetmen olarak değil, bir düşüncenin, bir yolun, bir sesin temsilcisi olarak öne çıkar. Yücel Çakmaklı da bu isimlerden biri. Zira onun sineması, yalnızca bir görsel anlatım değil; hafızayla, inançla ve değerlerle örülmüş bir iç yolculuk.

1937’de Afyonkarahisar’da doğan Çakmaklı, küçük yaşta hayatın ağırbaşlı ritmini tanıdı. Afyon Lisesi’nin taş duvarları arasında başlayan öğrenme serüveni, İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nde derinleşti. Gazetecilik ona yalnızca yazmayı değil, kelimelerle hakikati aramayı öğretti. 1959’da mezun olduğunda, içinde taşıdığı merak çoktan sinemaya yönelmişti; çünkü kelimelerin sınırını aşan, kalabalıklara ulaşabilen bir anlatı dili arıyordu.

Yazıdan beyazperdeye

Yücel Çakmaklı.
Yücel Çakmaklı.

Askerlik dönüşü, 1963’te Yeni İstanbul gazetesinin sütunlarında sinema üzerine yazmaya başladığında, onun kaleminde yalnızca filmlerin hikâyeleri değil, sinemanın neye hizmet etmesi gerektiğine dair sorular da dolaşıyordu. Tarık Buğra’nın yönettiği sayfada yazdığı yazılar, Çakmaklı’nın ileride kuracağı sinema dilinin ilk işaretleriydi. Ama o, sinemayı yalnızca yazıyla tartışmakla yetinmedi. Yeşilçam’ın kalabalık setlerine de adım attı. Osman F. Seden ile Orhan Aksoy’un gölgesinde ama kameranın tam yanı başında öğrendi mesleği. 1968’e kadar 50’ye yakın filmde yönetmen yardımcılığı yaparak, ışığın nasıl düştüğünü, oyuncunun gözünün nasıl konuştuğunu ve bir sahnenin nasıl nefes aldığını keşfetti.

Millî Sinema’nın doğuşu

1968’de çektiği belgesel Kâbe Yolları, onun kendi sesiyle tanıştığı andı. Ardından 1969’da kurduğu Elif Film, hem kendi özgürlüğünün hem de sinemasına biçtiği sorumluluğun simgesine dönüştü. 1970 tarihli ilk uzun metraj filmi Birleşen Yollar’da Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı romanından yola çıkarak insanın iç çatışmalarını perdeye taşıdı. Sonraki Zehra (1972), Çile (1972), OğlumOsman (1973), Bir Adam Yaratmak (1977) filmlerinde de hep aynı damar vardı: İnsanın kendi içindeki yolculuğu, değerleriyle kurduğu bağ, inancıyla girdiği hesaplaşma. Çakmaklı bu filmleriyle yalnızca bir yönetmen olmadığını, bir akımın öncüsü olduğunu da gösterdi. “Millî Sinema” kavramı, onun kaleminden ve dilinden çıkıp Türkiye’nin kültürel tartışmalarına yerleşti. Sinema, artık sadece aşk hikâyeleri ya da melodramlarla sınırlı değildi; millî kimliği, manevi değerleri ve toplumun ortak hafızasını da perdeye taşıyabilirdi.

1975’te TRT bünyesine katıldığında, Çakmaklı sinemasını yeni bir mecraya taşıdı. Kısa televizyon filmleriyle evlerin içine girdi. Çok Sesli Bir Ölüm (1977) ve Çözülme (1977), yalnızca Türkiye’de değil, Prag’daki uluslararası yarışmalarda da ödül kazanarak onun dilinin evrenselliğini gösterdi. 1987’de Tarık Buğra’nın romanından uyarladığı Kuruluş: Osmancık dizisiyle Türk televizyon tarihine adını yazdırdı. Osmanlı’nın kuruluşunu epik bir atmosferle anlatan bu yapım, yalnızca bir tarih dizisi değil, aynı zamanda geçmişin ruhuyla bugünü buluşturan bir hafıza çalışmasıydı.

Yücel Çakmaklı sineması bir dönemin ruhunu anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda Türk Sineması’nın kimlik arayışına da ayna tutuyor.
Yücel Çakmaklı sineması bir dönemin ruhunu anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda Türk Sineması’nın kimlik arayışına da ayna tutuyor.

Kalıcı bir miras

Çakmaklı, televizyonun ötesinde, sinema salonlarında da derin izler bıraktı. 1989’da vizyona giren Minyeli Abdullah, yalnızca 500 bini aşan seyirci sayısıyla değil, dönemin kültürel ikliminde oluşturduğu yankıyla da unutulmaz oldu. Film, bir inancın bedelini ve direncini anlatarak sinema tarihinde özel bir yer kazandı. Onu takip eden yapımlar, kimi zaman güncel meseleleri, kimi zaman tarihten sahneleri, kimi zaman da bireysel vicdan muhasebelerini perdeye taşıdı.

Osman F. Seden ile Orhan Aksoy’un gölgesinde ama kameranın tam yanı başında öğrendi mesleği.
Osman F. Seden ile Orhan Aksoy’un gölgesinde ama kameranın tam yanı başında öğrendi mesleği.

Sinemaya verdiği emeğin karşılığı, yalnızca seyircinin sevgisiyle sınırlı kalmadı. 2008’de TBMM tarafından Devlet Üstün Hizmet Madalyası, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından ise Emek Ödülü ile onurlandırıldı. Ancak aynı yıl sağlık sorunları ağırlaştı. Geçirdiği kalp ameliyatlarının ardından, 23 Ağustos 2009’da hayata veda etti. Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilen Çakmaklı, ardında yalnızca filmler değil, bir düşünce, bir miras bıraktı.

Bugün geriye dönüp bakıldığında, Yücel Çakmaklı sineması bir dönemin ruhunu anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda Türk Sineması’nın kimlik arayışına da ayna tutuyor. O, kamerayı yalnızca bir kayıt cihazı olarak değil, bir hatırlama aracı, bir direniş biçimi, bir değerler taşıyıcısı olarak görmüştü ve onun filmlerinde bir anne duası kadar içten, bir taşra sokağı kadar gerçek, bir tarih sahnesi kadar görkemli izler vardı. Türk Sineması’nın kalabalık hafızasında Yücel Çakmaklı’nın adı, “Millî Sinema” kavramıyla özdeşleşmiştir. Ama aslında onun mirası bundan daha geniştir; bir toplumun kendi hikâyesini kendi diliyle anlatma çabasının adı, bir sinemacının inançla yoğrulmuş tutkusunun sesi…