Oslo leylakları

Oslo.
Oslo.

Mevsim bahar. Nisan aynının sonuna yaklaşılıyor. Oslo, Avrupa’da, yukarı doğru gideceğim en uç istikamet olacak. Uzaktan çağrışımlı ve bir o kadar da sorularla dolu. Soğuk mu? Gizemli mi? İlk şaşkınlık havaalanında. Pasaport kontrolünü arıyoruz çıkış için. Sonunda bulduğumuz bir görevli Avrupa’nın ucundasınız, arkanız okyanus, önünüz geniş Avrupa, diyor. Özgürlük mü bu? Bir yönetim özgüveni mi? Uzun bir otobüs yolculuğunun arkasından Oslo’ya giriyoruz.

Isırgan ama tatlı bir soğuk var. Avrupa’nın farklı televizyonlarından gelen meslektaşlarla beraber yürütülen City Folk projesi için bir aradayız. Valizimde bir kutu su böreği (şoklanmış) ile fıstıklı baklava var. Sophia için. Sophia Leite, Portekiz, Lizbon’dan geliyor. Melez. Ailesinin bir ayağı Brezilya’dan. Babası eski Paris büyükelçisi. İstanbul’a gelmiş gençliğinde ve baklava ile böreği unutamamış. Her toplantıda Sophia’ya börek ve baklava götürüyorum. Sophia şiir seviyor. Pessoa’dan dem vuruyoruz arada bir.

Akershus Kalesi.
Akershus Kalesi.

Haydi diyor Sophia, ayaküstü börek ve baklavayı tadınca. Burada durulmaz, otel lobisinde vakit öldürmeyelim. Petrol, doğalgaz, balık ve deniz dibi araştırmalarından kazandıkları paraları sanata yatırıyor Norveçliler, diyor. Ulusal müzede Modigliani başta olmak üzere Edvard Munch bile var. Nasıl yani diyorum, Çığlık tablosunu da mı göreceğiz? Çok geçmeden efsane resmin önündeyim, boynum bir yandan Chagall’ın kırmızılarına, diğer yandan Modigliani’nin keman gibi uzayan boyunlarına ama mutlaka Munch’e takılıyor. O dar ve karanlık ağız beni çekip Haliç kıyılarında bilmediğim bir kuytuya bırakıyor. İlk kez bu denli yakından bakma şansı buluyorum dünya şaheserlerine. Ve bir ahşap balıkçı heykeli aklımı başımdan alıyor. Şafak vakti beyaz önlüğü balık kanıyla renklenmiş Norveçli, dilini çıkarıyor elinde fenerle gökyüzüne karşı. Hayatla sanatın irtibatı bu mu? Tarihin sanat olarak şakıması böyle bir şey mi?

Dur, diyor, Sophia, daha neler var? Eski kalenin olduğu yöne doğru gezerek ilerliyoruz. Nerede denize sokulan yeni bir yapı var onu eski gemilere benzetmeye çalışmış Norveçli mimarlar. Burası deniz ülkesi, hep deniz ülkesi demek istemişler. Dahası her köşeye yerleştirilmiş irili ufaklı heykeller Oslo’yu kuşatmış. Fakat bunlar sadece ayrıntı. Asıl sürpriz, hatta gösteri, heykellerin toplandığı, daha doğrusu Norveç halkının dayanışma duygusunu tek ama yüzlerce ayrıntıyla, işleyen heykelde. Dışardan bakınca yekpare ama detay cenneti. Öyleyse bir heykel şehri Oslo ve bu bakımdan eşsiz.

Oslo National Museum.
Oslo National Museum.

Oslo, Avrupa’nın ucunda kendisine has ritüelleri ve fiyatları olan bir şehir. Londra’yı geride bıraktığı muhakkak pahalılıkta. Özenle kurulmuş ve rikkatle yaşanılan bir şehir fakat. Park ve ağaç, doğa ve deniz evlerin kuş cenneti. Ve başka bir şaşkınlıkla uyarılıyorum. Toplantıya gittiğim yol boyunca patlamış leylaklara gömülüyorum. Bir çalı, bir süs değil de âdeta bir varoluş senfonisi gibi sıralanmışlar. Son derece bakımlı oldukları içinde ayrı bir ağaç havası taşıyorlar. Ama yüksekte değil alabildiğine enginde duruyorlar. Minik fileler asıldığını görüyorum dallarına. Sanki misketlerle dolu gibiler. Ama her yanda her leylak dalında. Neden leylak? Belki bu da şehir mimarisinin bir dili. Norveç televizyonundaki arkadaşa soruyorum. Nedir bu mini fileler? Niçin leylaklara asılmışlar?.

Royal Palace, Kraliyet Saray.
Royal Palace, Kraliyet Saray.

"Kuşlar, burada çok kuş türü var. Olur da yiyecek bir şey bulamazlarsa, aç kalıp telef olmasınlar diye asılıyorlar. Böylece hem görsel bir hava yaratılıyor hem de kuşlar düşünülmüş oluyor!". Evet diyorum, kuşlar, leylaklar ve bahar. "Ayların en zalimi Nisan" bir de. Para, çok para, herhâlde, yaşamak ve sanat için böyle kullanılır.