Pablo Neruda: Sosyal adaletsizliğin önündeki en büyük engel, şairlerin varlığı

Pablo Neruda veya doğum adıyla Ricardo Eliezer Neftalí Reyes Basoalto, Şilili yazar ve şairdir.
Pablo Neruda veya doğum adıyla Ricardo Eliezer Neftalí Reyes Basoalto, Şilili yazar ve şairdir.

Eric Bockstael’in Pablo Nerudaile yaptığı bu söyleşi, ilk olarak1971 yılında, Neruda, poètedes Amériques adlı bir radyoprogramında kullanılmıştır.

Yazdıklarınızı okuyanlar şiirlerinizdeki politik vurgunun hemen farkına varıyorlar, bazıları ise sizi politik bir şair olarak değerlendiriyor...

Politik bir şair olmadığım konusunda ısrarcıyım. Beni, ideolojiye adanmış bir şiirin temsilcisi olarak konumlandıran bu sınıflandırmadan tiksiniyorum. Eğer bir amaç gütmem gerekiyorsa da bir yazar olarak amacım; gördüğüm, dokunduğum, bildiğim, sevdiğim ya da nefret ettiğim şeyler hakkında yazmaktır. Fakat siz bana işçilerin dünyasını işaret ettikçe beni, bilinçsizce ve cömertçe yığınların veya organize işçi birliklerinin yaşadıkları sıkıntıların sözcüsü ilan etmiş oluyorsunuz. Ama durum bu değil. Ben şiirlerimin belirli bir kısmında çağdaş dünyanın ve Latin Amerikalıların kaygılarının bir yankısı olabilirim yalnızca. Fakat politik bir şair olarak sınıflandırılmayı reddediyorum.

Şili'de demiryolu işçisi bir baba ve öğretmen bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi.
Şili'de demiryolu işçisi bir baba ve öğretmen bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi.

Kendi insanının duygularına hiçbir zaman temas etmemiş, kayıtsızlığını sürdürmüş, baskılayıcı gerçeklikten uzak bir şiiri teşvik etmiş veya vaaz etmiş şairler, bizim dönemimizin en politik şairleri olarak nitelendirilebilirler. Şiirleri insanlığın genel hareketinden ve dünyanın gelişiminden yoksun olduğu için bu gelişimin önünün kesilmesine katkı sağladılar. Bu da gerçekten tepki gösterenlerin aslında o "Politik" denen şairler olduğu anlamına geliyor.

İşçiler ve kitleler üzerine yazmak, duygularımın beni götürdüğü bir neticeydi. Bu toplumsal konular benim şiirimde ne bir dictatum (dikte) ne de ideolojik bağlılıkların yönlendirdiği istikametin bir sonucu olarak yer alıyor. Okyanusun, çiçeklerin veya hayatın farkına nasıl vardıysam, Latin Amerika’daki sosyal düzenin farkına da öyle vardım. Görünüm daha etkileyici, daha geniş ve gelişmiş olunca doğal olarak insanları da birleştiriyor ve bu da şiirlerimdeki "toplumcu" denen kısmı oluşturuyor. Ama genel olarak şiirlerimin sosyal veya politik denebilecek kısmını, yani politik kısmını alırsanız, şiirlerimin dörtte hatta beşte birini bile oluşturmadığını görürsünüz. Bu yüzden kategorize edilmeyi her koşulda reddediyorum. Bana yapmak istedikleri düşmanca ve kötücül bir sınıflandırma. Oysa ben ayın, çiçeklerin şairiyim, aşkın şairiyim. Bu da eski bir şiir anlayışım olduğu anlamına geliyor ve "toplumun gelişimi" veya "gelişimin ve barışın gücü" konularında yazdıklarım ya da yazacaklarımla ters düşmüyor.

Yıldızların, çiçeklerin ve aşkın şairi olduğunuzu söylediniz. Yeni kıtanın taşlarının, ağaçlarının, nehirlerinin ve dağlarının şairi de diyebiliriz size. Bu dünyayı tanımlamaya çalışan Avrupalıları düşünüyorum sık sık: Hernando Cortez’in Meksika’dan Beşinci Charles’a yazdıklarını; gördüklerini tarif etmeyi güçlükle sürdürebildiğini çünkü bunun için gerekli sözcükleri bilmediğini… Bu "yeni" dünyayı tanımlamak sizce önemli bir sorun muydu?

Öncelikle bunun bir sorun değil, bir görev olduğunu belirteyim. İsimler ve sözcükler, biz en temel nesnelerin bilgisini henüz edinmemişken bile var olan şeyler, var olan ilk şeyler olduğuna göre; Latin Amerikalı şairin görevi ad vermek, yani şeylerin varlıklarını tamamlamaktır. Dolayısıyla elimizde inanılmaz belirsiz, esrarengiz materyaller vardı. Kıtamıza dair bu bilgi, özellikle benim yazmaya başladığım dönemin sonlarında, yirmilerimden sonra genç bir üniversite öğrencisi ve şairken, bize kendisini edinmeyi bir görev olarak sundu.

Annesini çok küçükken kaybetti.
Annesini çok küçükken kaybetti.

O zamanlar Avrupa, özellikle Fransız kültürü son derece cazipti. Hatta Fransızcadan başka bir dilde yazmayan oldukça yetenekli yazarlarımız vardı. Kendi kıtalarından nefret eden ve yalnızca yönlerini değil, dillerini de değiştirdiklerinin farkında olmayan Ekvatorlular bir de… Esasında sınıfsal bir konum olan bu "estetik konum"a tepki olarak Latin Amerika’nın büyük oligarkları kendilerini yüksek kültürün bir temsilcisi gibi yansıttılar ve hem Avrupa toplumunun hem de kendi insanlarının gelişmelerine ayak uydurmak istediler.

O dönemde Latin Amerika’da belirli bir "sanat için sanat" anlayışı hâkimdi.

Ülkemizin ve insanlarımızın sorunlarıyla ilgilenme azmimizi artıran şeyi ne ben icat etmiştim ne de aynı zamanda yazmaya başlayan diğerleri icat etmişti. Bunu bulanlar biz değildik, ilk conquistadorlardan, fatihlerden, en başından beri vardı bu anlayış. Örnek olarak şair Ercilla var elimizde. Benim ülkemde şiiri bulan kişi, ilk fetih dalgasıyla gelenlerden Beşinci Charles’ın uşağı olan bir İspanyalıydı. Şili ve bölgedeki yerel Hintlilerin üç yüz yıl süren özgürlük mücadelesi üzerine en acıklı ve en ilginç şeyleri yazan da oydu. Azmimizin tohumuna çoktandır sahip olan kişiydi Ercilla.

13 yaşındayken yerel
13 yaşındayken yerel

Takdir ve hayranlık beslediğimiz, onsuz ne yaşayabileceğimiz ne de yazar ve düşünürler olarak gelişebileceğimiz büyük bir Avrupa mirasımız var. Avrupa kültürüne çok şey borçluyuz. Kendi kültürümüzü oluşturmamız, kendi kıtamıza odaklanmamız, kendimiz olmamız gerekiyor ve bu yolu yürümesi daha zor. Bu aynı zamanda daha özgün bir yol ve bazen bayağılığa da götürebiliyor. Ne bayağılıktan ne de gerçeklikten korkuyoruz, ama Avrupa kültüründeki vazgeçilmez unsurları fark ederken doğal olarak dünya üzerindeki tüm ülkelerle kültürel ilişkiler kurma olasılığını da kabul ediyoruz.

Evrensel Şarkı - Canto General adlı şiir kitabınızın yazılma amacı da bu muydu?

Evrensel Şarkı’nın bir teorisi yok. Çalışmaya başladığımdan beri zaten var olan konuları işledim orada. Genel olarak teoriye karşıyım. Evrensel Şarkı, klasik şiir bağlamında değerlendirmeyi istemeyeceğim, kendince şekil almış organik bir çalışma. Ekseriyeti yalnızca farkındalık üzerine olmasa bile en nihayetinde yine de bir biçime sahip. Günlük hayatımın doğal akışından oluşuyor daha ziyade. Farkındalığı artırmaya çabalarken kitabı aynı samimiyetle Amerika kıtasının her bölgesine ve ülkesine aynı sevgiyi duyarak kaleme almayı başarabildim. Bir kitabı başarıya ulaştıran şeyin objektif bir gözlem ve analizin ürünü olmasından kaynaklanmadığını da söylemeliyim. Aksine, kitap doğumumla ya da şöyle ifade edebilirim: bir yazar olarak kendime dair ani bir farkındalıktan başlıyor. Evrensel Şarkı’nın aslında kendini her şeye dönüştürebilmek, Amerika’nın tüm hadiselerini içermek gibi bir amacı var. Kuzey Amerika ve Amerika Birleşik Devletleri üzerine olan bir kısmı bile var. Genel olarak kendi kıtasını bilen, ama bilmediğine ulaşmak isteyen bir kişiliğin, Latin Amerikalı bir şairin gelişimi hakkında. Bitmemiş, tüm diğer şairler tarafından devam ettirilebilecek; güncel her şeyin, yeni buluşların ve tüm yeni sorunların deveran edebileceği bir şiir. Kapalı bir şiir değil.

1920'de
1920'de

Artmakta olan bu kıtasal farkındalığı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu farkındalık oligarkların, sınıfların ve Ruben Dario döneminde Latin Amerika’daki burjuvaların tarihsel önemine ve gelişimine karşılık geliyor. O toplum, karşı devrimle ilişkilendirilebilecek bir duyarlılığa sahipti. Farklı bir tanım getirmek gerekirse "anti-bolivarcı" oldukları da söylenebilir.

Toplumcu şiiri materyalistik olarak değerlendirenler, bu türün "tarihi materyalizm" olduğunu düşünenler var.

Şiirin, tarihi materyalizmden doğabileceğini düşünmüyorum. Yani tarihi materyalizm, içerisinde her türden fenomeni barındıran bilimsel ve felsefi bir olasılık. Birisi benim şiirimde tarihi materyalizm görüyorsa bilmelidir ki bu bana tamamen yabancı bir şey. Eserlerimde hiçbir şey aramıyorum, ne materyalizm ne de tarihsel ruhaniyetçilik.Yalnızca yazıyorum. Yazmak için ihtiyacım olan tek şey yazma isteği, bir kâğıt ve bir de kalem. Şiirlerim hakkında öne sürülen bütün teoriler bana tümüyle yabancı. Şiirlerimde felsefi bağlantılar buluyorlarsa da bu benim sorumluluğumda olan bir şey değil. Bunların hepsine kapım açık, ama genel olarak görsel şiir açısından materyalist olduğumu söyleyebilirim. Bu da şu demek oluyor: son derece görünür veya dokunulabilir olmayan şeyler hakkında konuşamıyor, yazamıyor ya da şarkı söyleyemiyorum. Buna materyalizm deniyorsa, evet materyalistim.

1939'da Paris'te İspanyol göçmenler için konsolosluk görevine getirildi.
1939'da Paris'te İspanyol göçmenler için konsolosluk görevine getirildi.

Şiirlerimi, yalnızca başlıklarını inceleyin. Hayal edilebilir her şey üzerine yazdığım gibi insanların isyanları üzerine de yazıyorum. Bu da önemli; şiirin bir parçası da bu. Çok önemli ve çok onurlu. Ama şiir bundan ibaret değil, insanların bunu anlaması gerekiyor. Şairlerin en yaşlısı olduğumu söyleyecektim size. Tıpkı Sully Prudhomme, Victor Hugo ya da herkesten önce, gelmiş geçmiş tüm şairler gibi yıldızlar, ay, çiçekler hakkında, aşk hakkında şarkı söylemek istiyorum. Şiirde bir devrim yaratmak istemiyorum; bir şiir prensibim, ideolojim yok. Yaşamsal ve biyolojik nedenlerin yarattığı bir şairim ben; tek prensibim bu.

Dilbilimsel yorumlamalardan tiksiniyorum.

Ya da yok, dilbilimi daha yapıya ilişkin bir mevzu, ama yalnızca kendi şiirlerimin değil, genel olarak şiirin aşırı felsefi bir şekilde yorumlanmasından da tiksiniyorum. Şairlerin yalnızca var olmalarının bile yeterli olduğunu düşünüyorum, -iyi ki varlar- ama eğer şairlerin yazdıkları kırk kitabın üzerine başkaları kırk bin tane yorum kitabı eklerse o zaman şairler nerede yaşayacaklar, soruyorum size? Ben çok temel anlamda bir şairim: şiirleri yorumlama konusunda şarkı söyleme, kendimi ifade etme ve dünyanın mucizelerini takdir etme ihtiyacımın ilerisine gitmiyorum. Ve dünyanın bu olağanüstülüğü içerisinde insanın gelecek için gösterdiği çabayı kayıt altına alıyorum. Çünkü insanlığın kaderini değiştirmek hayatın önemli bir parçası, bu yüzden ben de bunu dikkate alıyorum.

İnsanlık hakkındaki bu tartışmaları bir oyalanma, dünya karşısında bir "kolaya kaçma" olarak gördüğünüzü hissediyorum bu noktada.

İnsana dair bir teorim yok. Ayağımdakiler eskidiğinde yeni alacağım ayakkabıya, giysilerim yıprandığında alacağım kıyafetlere dair teorilerim var. Ben yaşamakta olan bir adamım ve hayat, insanın esasında ne olduğunu, kim olduğunu düşünmeye uygun bir yer değil. Bu neredeyse bir tamircinin veya yerbilimcinin yaptığı meslekten daha az ilgimi çeken bir konu; bu zanaatler daha önemli. İnsanın ne olduğuna dair bu bitmek bilmez konuda o kadar çok laf kalabalığı yapılıyor ki ilgimi yitirdim. Doğduğumuzu ve öleceğimizi biliyoruz, ama bu ikisinin arasında olanlar anlaması çok zor ve üzerine konuşması kolay olan şeyler. Ve bunlar beni alâkadar etmiyor, tüm bunların ne anlamına geldiğini bilmiyorum. Felsefi idealizmin en ayırt edici özelliği şu belki de: bir çözümü olmayan şeyleri sonsuza dek konuşmak. Ben genel olarak pratik bir şairim. Şiirin de bir noktaya kadar pratik olması gerekiyor. Neden olmasın?

1943'te Şili'ye dönen Neruda, 1945'te senatör seçildi ve Şili Komünist Partisi'ne katıldı.
1943'te Şili'ye dönen Neruda, 1945'te senatör seçildi ve Şili Komünist Partisi'ne katıldı.

Belirli felsefi sistemlere, sonsuz muhabbetlere ya da tartışmaların yalınlaşmasına yol açan bu "oyalanma"ya gelince, bu da muhtemelen tıpkı bir dine inanmak gibi bir gereklilik; gizemin, uçurumun bir cazibesi. Fakat dünyada öyle meşgulüz ki… Bir araştırmanın yararsız olduğunu yüzyıllardır izhar ediyorsak o hâlde niye bunu sürdürerek başkalarına da eziyet ediyoruz? Filozoflar insanın ne olduğunu sorup dursunlar kendilerine, karışmıyorum. Ama bu soruyu bana sormayın, çünkü cevabını bilmiyorum.