Salzburg’un tarihi sokaklarında Mozart’ın izleriyle sakin bir yolculuk

Üstünden hayli zaman geçti. Viyana’ya çağrılmıştım kültürel bir etkinlik için birkaç günlüğüne. Ömer Beyoğlu ve o zamanlar orada yaşayan yazar arkadaşım Melek Paşalı, Salzburg’dan söz açtılar. Mozart’ın doğum yeriymiş. Görülmeye değermiş. Bir araba bulunmuştu emanet, fakat benden başka ehliyeti olan olmadığı için şoförlük bana düşmüştü. Dağları aşarak varmıştık Salzburg’a. Sakin ve çağrışımlı bir şehirdi. Öğle sonraları, Salzburglu seçkin ve yaşlı hanımları çay ve pasta saatinde buluşup birer arı kuşu misali dönerlermiş zamanın etrafında. Öyle demişti Melek Paşalı. Oturduğumuz kafede, gümüş tenleri, pırlanta yüzükleri, çok dengeli dudak hareketleri, çatallarının ucunu hafifçe pastalara değdiren o kadınları hiç unutmadım. Sert ve keskin kış güneşinin altında saçları doğal bir altın rengine bürünüyor arada bir kafalarını kaldırıp Hohensalzburg Kalesi’ne bakıyorlardı.


Söylendiğine göre 900 yıllık bu kale Avrupa’nın en iyi korunan eserleri arasındaymış. Zaten şato ile kale arası iç içe geçmiş bir hali vardır. Ve sanırım Avrupa’nın en tehlikeli yüksekliği de burasıdır. İnsanlar aşağıya, Salzach Nehri’ne baktıklarında yaşamın faniliğine daha kolay kapılıyor olabilirler. Fakat, Salzburg’u asıl şöhretli yapan Mozart’ın burada doğmuş olmasıdır. Avrupa kadar Avusturya’nın entelektüelleri de burada yaşamayı tercih ederler. G. Trakl, R. Ratzenberger gibi sanatçıların doğum yeri olan Salzburg, Avusturya ruhunun dingin bir minyatürü gibidir. Kemerli geçitleri, renklerin dingin sessizliği ve asıl önemlisi çeşmeleriyle göz doldurur.
Residenplatz’da yer alan ve untersberg mermerinden yapılan barok çeşme bunlardan biridir. Mahşerin dört atlısı, dört deniz atı heykeli formunda “çeşmeheykel” formuna bürünür. Biraz etrafı gezmeye koyulup Salzburg Katedrali’ne ilerlediğinizde Rönesans Çeşmesi ile karşılaşırsınız. Mariensaule, Meryem Ana Sütunu bunlardan biridir ve mutlaka görmeye değer. Çeşme ve heykel bir şekilde su müziği halinde hep karşınıza çıkar. Heykel, su, nehir, müzik ve geçmişin ruhu gözü ve kulağı tırmalamadan varlığını sürdürür. Salzburg sonunda Mozart’tır. Etraftaki bütün görünen görünmeyen şeyler müziğin büyüsüyle varlık değiştirler.



Avusturya, Viyana veya Salzburg’a gelmek Türkler için sadece bir turistik ziyaret sayılmaz. Dün bir şekilde, bir vesileyle fakat mutlaka karşımıza çıkar. Söz gelimi, güzeller güzeli Mirabell Sarayı’nı gezerken etraftaki düzene, renkliliğe, doğallığa hayran olursunuz. Bugünün gözüyle baktığınızda kendisine has sevimliliği de olan bir küçük heykelle karşılaşınca gülümsersiniz. Ne var ki bu kadar değildir. Elinde tuttuğu, kuru, inatçı ve sağlam bir kalın dal parçasıyla mücadele eden bir cücedir bu. Onca çabasına karşın bir türlü kırmayı başaramamıştır bu kalın dalı. Daha yakından baktığınızda bunun sarıklı bir Osmanlı olduğunu anlarsınız. Aşırı yorumla Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın cüce olarak yontulmasıdır heykel. Sanki gördün mü beni onca çabana rağmen kıramadın. Ben hayatta kaldım, demek ister.

Salzburg, bugün Avrupa’nın seçkin sakin şehirlerinden birisidir. Estetik sadece bir bina, sokak, görüntü meselesi değil içinde durdukça ruhunu hissettiğiniz atmosferin tam da kendisidir. Akşamüzeri karlı yolları aşarken, arkadaşım Melek Paşalı, bunca gelip geçmeyen şeylere duyduğu hayıflanmadan mı bilmem “Sabahın seherinde Ali’yi gördüm Ali’yi” diye ses verirken Ömer Beyoğlu derinden gülümsüyordu.
*Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.