Sivas'ın tatlı soğuğu

Oysa Sivas’ı Konya ve Kayseri’yle birlikte düşünmek gerekirmiş. Üç şehrin de benzer izler taşıdığı malûm.
Oysa Sivas’ı Konya ve Kayseri’yle birlikte düşünmek gerekirmiş. Üç şehrin de benzer izler taşıdığı malûm.

Küçük bir şehir sanırdım ben Sivas’ı. Bunu söyleyerek, tarih bilgimin ne kadar zayıf olduğunu da itiraf etmiş oluyorum. Oysa Sivas’ı Konya ve Kayseri’yle birlikte düşünmek gerekirmiş. Üç şehrin de benzer izler taşıdığı malûm. Bu üç şehir de bir nevi Selçuklu bânisidir. Bir de tabii Sivas Kongresi var. Kongre yapılan bir şehir, nasıl küçük olabilir? Ben nereden bu sanıya kapılmıştım?

Erzurum’la birlikte Sivas’ı bu kadar merak edişimin sebebi, İstiklâl Harbi’nin o meşhur kongreleri olsa gerek. Sivas’ta âdeta elimle koymuşum gibi kongrenin yapıldığı binayı bulmuştum. Oysa biraz adımlamak istemiştim sadece. Kendimi kongre binasının önünde bulmuş, düşünmeden de içine girmiştim. Çok etkilendiğimi saklayamayacağım. Kongrenin yapıldığı taş bina, başlı başına merak uyandırıcı. Ayrıca o yılların hatırasını taşımak, binaya ayrı bir âhenk kazandırıyordu. Yok, şimdi kongre anısına yapılan müzeyi anlatmayacağım. Ne de olsa müze kültürüm yoktur. Daha doğrusu bir müzenin ne kadar iyi, amacına uygun, estetik yapıldığını tespit edemem. Fakat binanın geniş merdivenlerinde ayrı duygulanmış, ahşap odalarında ayrı bir hâlet-i ruhiye içine girmiştim.

Sanki kongre binasından çıkınca, Sivas bitmişti benim için. Evet işte bu kadar, daha nereye gideceksin diye düşünmüş olmalıyım. Oysa camileri ve medreseleri vardı henüz Sivas’ın, görülmeye değer. Ara sokakları, uzadıkça uzayan yolları ayrıca. Ama başa dönelim, Sivas’ın büyüklüğü çarpmıştı ilk önce beni. Sahi, neden Sivas’ı küçük bir şehir diye düşünmüştüm ki o zamana kadar? Ve şimdi neden şaşırıyordum, büyük, yerleşik, kültürü, tarihi olan bu şehirde dolaşırken.

Sanırım bir Sivaslıya bu düşüncelerimi açsam, uzun uzun gülerdi. Öyle ya, Sivaslılar ne güzel gülerler! Üniversite sıralarında tanıştığım Sivaslı dostlarım geliyor da aklıma. Onların cana yakın davranışları, açık sözleri, dostane tavırları… Demek ki eskilerden gelen, bir Sivas dostluğu benim içimde yeşermiş, büyümüş, ağaç olmuş aslında. O yüzden biraz da Buruciye Şiir Akşamları’na şair Cengizhan Konuş çağırdığı zaman, çok heyecanlanmış, bu heyecanımı çok belli etmemeye çalışarak, “Olur, tabii ki, gelirim,” demiştim

Buruciye Medresesi.
Buruciye Medresesi.

İçinde şiir okunacak medresesi vardı Sivas’ın. Medresenin hemen yanında, camisi, ayrıca komşu denilebilecek ayrı bir medresesi daha. Ve bu taş medreseler, öyle küçük, bir avuç talebenin barınacağı şekilde de değildir. Buradan bir medeniyet, ilim hayatı, sanat dünyası gelmiş geçmiş denilecek azamet, güzellik ve derinliktedir. Çifte minarenin önünde dinelip, onun uçsuz bucaksızmış hissi veren zirvesine gözünüzü diktiğinizde, Sivas’ta ayrı bir gök, ayrı bir hava, ayrı bir tavır olduğunu fark etmemeniz mümkün değildir. Bana mı öyle gelmişti, yoksa zaten öyle midir bilmiyorum ama adım attığım her yerde de bu şehrin kadim tarihini kuranların türbeleriyle karşılaşıyordum. Türbe, cami, medrese… Nerede olsa, oraya sıcaklık yayan, şehrin aslında kime ait olduğunu gösteren, birer vesika, birer kimlik kartı gibidirler. Sivas’ta belki de bu yüzden hiç yabancılık çekmediğimi söyleyebilirim.

Maraş tarihini okurken -aynı kervan yolu üzerinde olduğu için- sık sık Sivas kelimesini okuduğumdan olsa gerek ya da Dadaloğlu, Âşık Veysel, Zaralı Halil isimlerine duyduğum muhabbetten, ayrıca Konya’da geçirdiğim altı yılın bana kazandırdığı aşinalıktan, Sivas’ta kendi şehrimdeymişim hissine kapılmıştım. Şöyle özetleyeyim: Konya gibi düz ve Selçuklu yapılarıyla doluydu, Maraş gibi şiirin ve türkünün yoğurduğu topraklardan oluşuyordu Sivas. Bu yüzden Sivas’ta saatlerce yürüdüm. Yolum dönüp dolaşıp bir medreseye çıkıyordu. Buruciye Medresesi’ne hemen Çifte Minare Medresesi’ni ekleyelim, sonra kaç yanlış sokağa sapıp, aslında yürüyerek on dakikada gidebilecek mesafeyi, bir saatte kat etmeyi başararak ulaştığım Gök Medrese’yi yanına koyalım. Sivas Ulu Camii, Kale Camii, Şemsi Sivasi Camii’ne uğramayı unutmayalım. Sonra bir ağaç gölgesini bahane edip, iki tabureyle, küçük bir çay ocağı işleten, hareketli insanları da yanına koyalım. Çok tanıdık, hiç yabancı değil ama apayrı bir havası olan Sivas’tasın demektir.

Peki henüz Eylül ayındayken benim Sivas’ta üşümemi ne yapacaktık? Eylülde Maraş’ta tişörtle rahatlıkla gezilebilir. Sivas’taysa, eylül ayında, ikindi sularını aşıp akşama yaklaşınca, bir üşümedir alıyor insanı. Öyle tişörtle, kısa kollu gömlekle falan dolaşmak mümkün değildir. Tabii benim gibi Akdeniz iklimine alışmış kişiler için öyle. Sivaslılar için eylülde gördüğüm soğuk normaldir. Onlar hadi tişört veya kısa kollu gömlekle dışarı çıkmıyorlarsa da ihtiyaten uzun kollu gömlek giymişlerdir. Kısa kolluyu kaldırıp, uzun kollu gömlekle dışarı çıktıkları zaman Sivaslılar için sonbahar bitmek üzere, kış yaklaşıyor demektir. Bense, Sivas’a girdiğim andan itibaren üşüyorumdur. Uzun kollu gömlek, yetmedi üzerine bir yelek, o da yetmedi ince bir mont, yok yine de soğuk iliklerime işliyor. Utanmasam, yünlü kazaklarımı, kalın paltomu yanıma almadığım için Sivaslı dostlara yakınacağım. Hatta arada Maraşlı arkadaşıma, “Ya hu neden söylemedin, havanın soğuk olduğunu,” dediğimde, onun bıyık altından gülüşüne aldırmayacağım. Ama üşüdüm, güzel üşüdüm, titrediğimi hatırlıyorum Sivas’ta. Hemen burada, Sivas’ın o insanlarında da rastladığım kendine has sıcaklığını belirtmeliyim. Çünkü Sivas soğuğu, mesela Ankara veya Konya soğuğuna benzemiyordu. Üşüyordum, titriyordum, bir ara kendimi eczaneye atıp, bir kutu ağrı kesici, bir kutu vitamin hapı alırken bulsam da Sivas’ın soğuğu beni rahatsız etmemişti. Hani yazın en sıcak günlerinde, yaylaya çıkarsın da hafif bir üşüme gelir ya üzerine, ona benzer, tatlı mı tatlı bir üşüme yadigâr kalmıştır bana Sivas’tan. Erzurum soğuğu, başka bir yazının konusu. Kısaca şöyle diyeyim, Sivas’taki gibi, soğukla aranda bir dostluk peyda olmaz Erzurum’da. Ya da Ankara’da soğukla kavga etmeye başladığını fark edersin, bir süre üşüdükten sonra.

Diyarbakır’ın da büyüklüğü, tarih ve kültür yüklülüğü şaşırtmıştı beni. Sivas’ta da aynı şaşkınlığı yaşamıştım. “Yok böyle olmayacak; bir günde, iki günde bitiremeyeceğim Sivas’ı, başka zaman da mutlaka gelmeliyim buraya,” diyerek, gelirken yaşadığım heyecana, çokça huzur eklediğimi de fark ederek oradan ayrılmıştım.