Türk edebiyat ve sanat dünyasından isimler Ramazan hatıralarını paylaştı

İslam coğrafyasının kutlu misafiri Ramazan ayındayız. Milyonlarca Müslüman, dünyanın birçok ülkesindeki kavurucu yaz güneşinin altında oruç tutuyor. İslam dininin ruhaniyetinden bihaber olanların “aç, susuz kalarak kendine eziyet etmek” gibi değerlendirebileceği orucu, Türkiye’nin büyük mütefekkirlerinden, şair-yazar Sezai Karakoç, “Oruç boş bir çerçeve olarak veya bir mevsim gibi sadece tabiatın bir parçası olarak gelmedi. Tarihin bir parçası olarak geldi. Dolu geldi. Kendindekini boşaltacak. Giderken de dolu gidecek. Dolu gitmeli.” sözleriyle tanımlıyor.
İnanmış bir Müslümanın idrak edeceği bu cümleler, orucun, Ramazan’ın kalplerdeki karşılığını, manevi iklimini yansıtıyor. Ve bu manevi iklimse Müslümanların iliklerine henüz çocuk yaşlarında işlemeye başlıyor. Tıpkı bugünlerde zengini, fakiri bir araya getiren, cömertliğin, paylaşmanın ve sevincin buluştuğu iftar sofralarında merakla büyüklerini izleyen, onları taklit etmeye çalışan çocukların yaşadığı gibi.
Bu fikirden hareketle, Türkiye’nin sanat ve yazın dünyasının saygın isimlerine çocukluklarında yaşadıkları ilk Ramazan’ı, bugün Ramazan denildiğinde akıllarına ne geldiğini, unutamadıkları Ramazan anılarını sorduk. Skyroad okuyucuları için samimiyetle cevapladılar. Okurken eminiz siz de kendi anılarınızı bulacaksınız.
Psikiyatrist, yazar Erol Göka

Çocukluğumda, Denizli’nin Çal ilçesinin bir kasabası olan Denizler’de tüm çevrenin saygı duyduğu bir din alimi olan dedem Mahmut Hoca Efendi’nin iki katlı büyük evinde yaşanan Ramazanları çok flu olarak hatırlıyorum. Sahurdaki tüm evin katıldığı canlı ortam, ben henüz 4-5 yaşlarında olduğum için uyandırmadıklarından gürültüye, belki de inanılmaz tereyağ kokusuna uyanmam… Bu gece yarısı toplanıp hep birlikte yenen yemeğe çok şaşırmam ve dedemin nurlu yüzü…
Daha bilinçli ramazanlarım 7 yaşından itibaren Denizli’nin merkezinde bir yoksul mahallesinde geçti. Tam bir coşku seliydi iftarlar sahurlar, gürül gürül teravih… Sabah namazına gidenlerin çokluğu… Fırının önünde pide kuyruğu ve tabi müthiş oruç açma mutluluğu. Her iftar muhteşem bir zafer ve kerte kerte bilinçlenmeydi. Anamdan babamdan öte bir Yaratıcım olduğunu, tüm insanların saygıyla ona bağlandıklarını ve itaat ettiklerini çok net anladığımı sanıyorum.

Çevremdeki herkes, sevip saydığım, saygı duyduğum, korktuğum, itaat ettiğim insanlar hem küçüldü hem büyüdüler gözümde. Onlarla aynı hamurdandık, onların itaat ettiğine ben de bağlanmıştım işte, onlardan olmuştum, insanlaşmıştım, onlar da bana “aferin” diyor, kervanlarına asıl şimdi katıldığımı bildiriyorlardı. Mahalle takımında beş gol atsam ve takımı galip getirsem bile böyle bir keyif almam, kendimi bu kadar başarılı ve gururlu hissetmem imkansızdı.
Ramazan’dan aldığım ilk hediye çilek oldu
İlkokula galiba yeni başlamıştım, amcamın ortaokula giden oğlu (şimdi Kanada’da büyük iş adamı) Mahmut ağabeyim gel seni sinemaya götüreyim dedi, izin alıp yola koyulduk. Denizli’de tek bir büyük cadde vardı, sinema da alışveriş merkezleri de bu cadde üzerindeydi. Yoksulduk, Mahmut abimler daha iyi durumdaydı. Hayatımda hiç çilek yememiş olabilirdim. Mahmut abim, seyyar satıcıdan kendisine ve bana birer külah çilek satın aldı. Ben iştahla yemeye koyuldum ve çileğe bayıldım. Mahmut abim, tam ilk çileği ağzına atacaktı ki, oruç olduğunu hatırladı ve kendi çilek külahını da bana verdi. Ramazan ayı bana ilk büyük hediyesini böylece vermişti…

Oruç, en temel arzulara bir ara veriştir.
Sanıyorum Ramazan’ın doğrudan doğruya çocukluğu akla getiren bir yanı var. Her ikisi de saflığı ve temizliği çağrıştırdığından olsa gerek… Ara verme, bekleme ve yükseliş gelir sonra. Her ibadet, bir moratoryum, bir ara vermedir. Oruç da bu mola çok belirgindir. Oruç, en temel arzulara bir ara veriştir. Ara veririz çünkü bu sayede faniliği, varoluşsal temel kaygıları hallederiz. "Yaratılmışların en şereflisiyim ben. Bakma sen çamurdan yaratıldığıma, Yaratıcının ruhuyla aynı ruhtanım" deme şansı yakalarız oruçla.
Yazar, kültür adamı Beşir Ayvazoğlu
Ramazan’ı Sivas’takış mevsiminde tanıdım. Oruç tutmaya başladığım yıllarda muhteşem kışlar yaşanırdı. Bir yağdı mı bir daha kalkmayan, yol kenarlarına dağlar gibi yığılmış karlar, saçaklardan sarkan sivri uzun buzlar ve evlerde gürül gürül sobalar...

Çocuklar ilk oruçlarını tuttukları zaman büyükler üzerlerine nasıl titrerler, bilirsiniz. Ceplerimiz bir an önce mideye indirmek için sabırsızlandığımız iftarlıklarla dolardı. Akide veya beyaz mevlit şekeri, kırık leblebi, bulabilirsek bir iki ceviz; pestil, kuru incir, dut kurusu, keçiboynuzu gibi şimdiki çocukların pek tanımadığı yemişler ve rengârenk horoz şekerleri... Bazan çok acıkır, nazlanır, sabırsızlanırdık; büyüklerimiz bizi omuzlarında gezdirerek avuturlardı.
Ezana birkaç dakika kala, kaleden atılan kurusıkı iftar topunun yukarı fırlattığı renkli paçavraları ve minarelerde kandillerin yanışını görebilmek için (ne büyük zevkti!) sokağa çıkardık ve top atılırdı, mahallenin bütün çocukları, iftarlık yemişleri alelacele tıkınırken “Top patladı, top patladı!” diye çığlık çığlığa evlere koşuşumuz görülecek şeydi.

O fakir, fakat lezzetli iftar sofralarını özlüyorum. Yer sofrasının etrafında ailecek halka olup Allah ne verdiyse iştahla yerdik. Gürül gürül yanan sobanın üzerinde dumanı tüten çaydanlığı da hiç unutamam. İftarın hemen ardından gelsin demli çaylar. Ve teravih namazı; ahşap mahalle mescidinde, herkesin birbirini tanıdığı cemaatle yatsı namazı dâhil otuz üç rekat... Aralarda hâlâ kulaklarımda çınlayan Arapça “Yâ Hannan, yâ Mennan” ilâhisi...
Biz çocuklar arka saflarda kıkırdar dururduk. Büyükler selam verdikçe hııı, mııı derlerdi ama, kimin umurunda! Hele teravih çıkışları teneke tabancalarla mantar patlatmanın, kartopu yahut saklambaç oynamanın zevki... Nasıl anlatsam?
Kış Ramazanı bu, çabucak geçerdi! “Ah,” derlerdi yaşlılar, “canım Ramazan ne de çabuk geçti!”

Aileden biriymiş ve uzun yoldan geliyormuş gibi dört gözle beklenen ve sevinç içinde karşılanan Ramazan'ın hayatımıza getirdiği canlılığı, hareketliliği daha dünmüş gibi hatırlıyorum. Sonra hüzünle uğurlanışını... Ancak bayramın gelişiyle yaşanan sevinç, Ramazan'ın gidişinden duyulan hüznü dengeler, böylece günlük hayatın olağan akışına yumuşak bir geçiş sağlanırdı.
Tiyatro oyuncusu, yazar Ulvi Alacakaptan
Çocukluğumda hatırladığım ilk Ramazan, sanırım 10 yaşlarındayken. İstanbul Koşuyolu’nda oturuyorduk Koşuyolu tek katlı, çift katlı evlerden yapılmış çok şirin ve yeni bir mahalle idi. Bir nevi Anadolu. Çocukluğumda Ramazan ayrı bir keyif, ayrı bir neşe, bir anlamda çocukların büyük yerine konduğu bir dönemdi.
İftar yaklaştığında çocukların bir kısmı pide kuyruğuna fırına, bir kısmı da sokaklara da doluşurdu. İnsanlar evlere davet edilir, kim iftara daha çok misafir getirirse o daha bir itibarlı çocuk olurdu.

Sahur ise, daha doğrusu bir ailede bir çocuğun sahura kaldırılıyor olması bir anlamda artık büyüdüğünüzün işareti idi. Sadece çorbanın değil ortamın sıcaklığı sizi sarıverirdi. İftara en çok misafir getiren itibarlı olurdu.
Hiç unutamadığım Ramazan’ı ise, çok daha sonraları 80'lerin sonlarına doğru Kartal’ın Soğanlı Mahallesi'nde yeni yapılmakta olan bir caminin avlusundaki iftarda yaşadım. Caminin avlusunda briketlerin, tuğlaların arasına uzun kalaslar dizilmiş, o kalasları kimi iftar masası, kimi oturacak yer olarak kullanılıyordu. Burası ampüllerle donanmıştı ve havayı boydan boya pilav, kavurma, hoşaf kokusu sarmıştı...

Kimse kimseyi tanımıyor, herkes Kalu Bela'dan beri kardeşti, dosttu. Sonraları mecburen beş yıldızlı otellerde, çok yaldızlı davetiyelerle iftara çağırıldığımda hep o iftar düştü aklıma. Ve hep su espiri: “Siz kaçta veriyorsunuz iftarı?”
Yönetmen Mesut Uçakan
Çocukluğum Kırıkkale’de geçti. Tipik bir Anadolu kasabası. Fakir bir ailede büyüdüm. Kendimi bildim bileli de oruç tuttum. Bu yüzden ilk orucumu hatırlamam biraz zor… Şu an gözümde canlanan kısa flaschback’lerden söz etmem gerekir. Ki, daha sonraları büyük kentlerin kargaşasında asla yakalayamadığımız sıcaklıklarla dolu anılar bunlar...
Daha çok küçükken ısrarla sahura kalkmayı istemeler, kaldırılmadığım zamanlarda kızmalar, önceleri horoz deyip bir türlü oruç diyememeler, ben horoz tutacağım lafları, ekmek orucu tutmalar, yani en geç öğleye kadar süren aç kalmalar, daha sonraları tutmam gerektiği yaşlarda zar zor sahura kaldırılmalar, hemen hemen her gün kapının önünden geçen ve yarı uykulu dilediğimiz davul sesleri, pekmeze banılan yağlı bazlamalar, ilkokul-ortaokul çağlarında soğuk ve karlı kış gecelerinde arkadaşlarla şakalaşarak teravihe gitmeler, her gece bir başka camii coşkusu, hopörlerden taşan vaazlar, teravih sonrası avlularda sahura kadar yapılan arkadaş sohbetleri ve daha neler neler...

Kimi filmlerimin çekimi Ramazan’a denk geldi. “Kelebelekler Sonsuza Uçar”, “Anka Kuşu”... Erbabı bilir, çekimler çok yorucudur. Uykusuz geceler geçirirsiniz. Çoğu zaman ayakta ve hareketli olmak durumundasınızdır. Üstelik de stresli bir tempo-tempo ki, bu stres sizi çok yıpratır. Öyle bir durumda oruç tutabilmek ve çekimde istediğini alabilmek cidden büyük bir dikkat, kararlılık ve direnç ister. Nitekim, Bolu civarında yaz günü çektiğimiz ve gece ancak 3-4 saat uyuyabildiğimiz “Anka Kuşu” çekimlerinde akşama doğru Göynük’ten Bolu’ya geçerken bayılmışım. Nabzım 8-4’e düşmüş. Doktor, serum verdi, “Derhal orucu ve çekimi bırakacaksın, durum kritik.” dedi. Ama bırakan kim? Biz yine ertesi gün de oruçluyduk ve çekimdeydik. Kimi filmlerimi oruçlu çektim.

Ramazan denilince önce tevbe geliyor tabii insanın aklına. Gözyaşı geliyor. Hesaba çekilmeden kendini hesaba çekmek halleri geliyor. Sonra, gözyaşlarının arkasından parlayan lütuflar, ebedi aleme dönük mükafatlar geliyor. Yüreği hamura dönmüş bakışları, tebessümleri, duruşlarıyla yeryüzünde dolaşan meleklere benzeyen kardeş çehreler, gönülden arkadaşlıklar geliyor. Dolu dolu iftarlar, trafik kargaşasında iftara yetişme heyecanları, iftarlardaki sıcak sohbetler, teravihe koşuşturmalar, ev davetleri geliyor... ve tabii özelikle günümüzde bütün bu imkanlardan mahrum kalan yeryüzü Müslümanları geliyor: Afrika’daki açlar, Suriye’de, Filistin’de ve daha nerelerde yaşanan sefelaketler...
Yazar Sibel Eraslan
Hatırladığım ilk Ramazan’da Çanakkale'deveyedi yaşlarımdaydım. “Arefe günü kurtlar kuşlar bile oruç tutar?” deyince anneannem, kız kardeşimle ben de tutmaya çalışmıştık. Kız kardeşim çeşmeleri kontrol etmişti bütün gün su içen serçeleri yakalamak için. Dedem de oruçlarımızı satın almıştı, oruç tutan çocuklara harçlık mendil şeker verilirdi, oruçları satın alınırdı. Çocuklara sorulurdu; “Sattın mı bana orucunu?” diye.

Bütün şehir “tıp” oynuyor derdik.
Tabaklarımızın yanına erik, ciklet, kiraz dizerdik orucumuzu bunlarla açacağız diye ve iftar topu patlardı... Top patlamadan evvelki sessizliği çok severdim, bütün şehir ''tıp'' oynuyor derdik. Bütün şehir dudaklarını mührlemiş ezan bekliyor...
Aynı yıllarda annem ve anneannemle gittiğimiz Kadir Gecesi duasını hiç unutmuyorum.Gazi Yakup Bey Camiinde, Çanakkale'de. Kadınlar mahfelindeydik. Çok sıcaktı, pencereleri açıyorduk. Teravihte getirilen tekbir ve selavatlara eşlik ediyorduk diğer çocuklarla. Bazen de yaramazlık edip balkondan aşağı tesbihleri atıyorduk. Sonra uykumuz gelmişti, annelerimizin ayakları dibinde sızıvermiştik. Annem duaya kaldırdığında pırıl pırıl kristaller yağıyordu sanki üstümüze, parlak pullar gibi, konfetiler gibi, sanki parlak billurdan bir tesbih dağılmış başımızdan aşağı yağıyormuş gibi... Annem rüyadır demişti.

Oruç, konuşmaktan yorulmuş dillere sükunet indiriyor
Ramazan denildiğinde, bir önceki Ramazan bizlerle birlikte olup da bu Ramazan’da bizlerle olmayanlar geliyor ilk olarak aklıma. Ve şükretmek. Bir Ramazan'a daha kavuşabilmiş olmaya... Ramazan’da Kur’an okumak ise dinginlik veriyor ruha. Konuşmaktan yorulmuş gönüllere sekinet ve sükunet indiriyor oruç...
Yazar D. Mehmet Doğan
Çocukluğumda hatırladığım ilk Ramazan’da 3-4 yaşımdaydım. Ankara Kalecik’te, yazın bahçeye göçmüşüz. Akşamları komşular bizim “gümele”nin alt katında bir araya gelip yatıp kalkıyorlar. Biz de habire yatıp kalkan babalarımızın, dedelerimizin sırtına çıkıp onları engellemeye çalışıyoruz. Meğer büyüklerimiz teravih namazı kılıyormuş! Ramazan’dan mıdır nedir, bizim namazı bozma amaçlı yaramazlıklarımızı hoşgörü ile karşılıyorlar. Bunu ancak Ramazan’ın ne olduğunu anladığımızda yorumlayabiliyoruz.

İftar topunun atılmasını beklerdik.
Kalecik Ramazanlarından hatırımda kalan, oruç açmak için kaleden top atılmasını beklediğimiz anlar. İftar topunun heyecanlı bekleyişini yeni iletişim araçları ortadan kaldırdı ne yazık.
Unutamadığım bir Ramazan anım var. Yine yaz ayları, demek ki ilk hatıradan otuz küsur yıl sonra 1980’lerde TRT’ye “Kaybolan Şehirler” belgesel dizisi çekeceğiz. Bunun için araştırma çalışması maksadıyla yola çıkmışız. Hem de Türkiye’nin harareti en yüksek şehirlerine…Urfa, Mardin, Diyarbakır…Yol arkadaşlarımızla seferilik ruhsatından yararlanmama konusunda anlaşmışız, Ramazan’a mahsus mazeretlerle oruçtan kaçanlarla karıştırılmamak için. Urfa’yı, Mardin’i ve Hasankeyf’i o temmuz hararetinde bir şekilde geçmişiz. Diyarbakır’da öğretmen evinde kalıyoruz. Niyetimiz gece kalkıp sur içinde bir lokantada sahur yemek. Gece vakti uyanıyoruz ki, öğretmen evinin bütün kapıları kilitli. Yetkili şahıs, kapıları kilitleyip evine gitmiş...

Birer bardak çeşme suyu içip, öyle niyetlenmek zorunda kalıyoruz!
Bugün Ramazan denildiğinde aklıma iftara yakın, şehrin bütün caddelerinin, sokaklarının tenhalaşması… Bu benim için gerçek bir Ramazan manzarası.
Yazar Güray Süngü
İlk Ramazan’ımı İstanbul’da, Kumkapı’da, doğduğum mahalle olan Kadırga’da yaşadım. Bizler çok küçük yaşlarda oruç tutmaya başladık. Çocukken oruç oyun gibi bir şeydi. Can atardık tutmak için. Yaş ilerledikçe zorlaştı sanki. Koşturmacanın içinde, oruç da yara aldı belki. Aslında biz yara aldık belki. Bilemiyorum. O zamanla bu zamanı atmosfer açısından kıyaslayabilirim ancak. Çevre değişiyor, şehir değişiyor ama özde ramazanın havası hep aynı sanki. Ya da hangi zaman ve hangi mekan söz konusu olursa olsun, hayatı aynı yere çekiyor Ramazan.Üniversitede Bursa’daydım. Yine aynıydı. Bu galiba çok iyi bir şey.

Ramazan’ı yaşamış olmanın mutluluğu
Lisede arkadaşlarla teravihe giderdik.Her teravihi farklı camiide kılmıştık bir Ramazan. O zaman Zeytinburnu’nda oturuyorduk. Yavaş yavaş semtin dışına çıkıyorsun. Hatırladıkça içim ezilir. Yaşanmış olmasının mutluluğu, bir daha yaşanmayacak olmasının hüznü...

Ramazan denildiğinde aklıma ilk olarak dinginlik geliyor. İkindi vakti. İnsanın da ikindi vakti vardır. Öte yandan akşam ezanı. Yatsı ezanı. Sabah ezanı. Ezanlara insanın en dikkat kesildiği anlar. Yavaşlık geliyor. Ritmin yavaşlaması. Saatin yavaşlaması. Zamanın yavaşlaması. Nabzın yavaşlaması. İnsanın farkında olarak ya da olmadan kendine doğru yüzünü çevirmesi. Kendini görmesi. Sonra Ramazan bitiyor ama... Hız yeniden. Korkunç bir hız.
*Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.