Türkiye'nin çatısı: Ağrı Dağı

Ağrı Dağı.
Ağrı Dağı.

Dağa tırmanan herkes en az beş kere kendisine “ben burada ne yapıyorum” diye sorar. Yetmez; anası babası sorar, her akşam aynı salonda aynı hikâyeler, aynı manzaralar, aynı kaygılarla oturan aile bireyleri sorar. Arkadaşlar ne işin var demese de “neden dağcılık” diye sorar. Seni 15 kiloluk sırt çantası ve outdoor kıyafetlerle gören taksici işin kârını zararını sorar. Dağcılıkla uğraştığınızı duyan herkes bir şeyler sorar.

Hiçbir şey sormuyorlarsa “düşersin” derler. Bu işe başladığımdan beri en sık duyduğum laf bu oldu. Dağ bu, insan düşüyor. Kalkmayı öğreniyor sonra. Kolunu bacağını kullanmayı öğreniyor. Bedenini ekipmanla koordine ediyor. Bu esnada sinir sistemi ve ruh hâlini de takip edip düzenlemesi gerekiyor. Her tırmanışta sınırlarını ve sırlarını öğreniyor.

Hâliyle insan her dağdan başka cevaplarla ayrılıyor. Her dağın farklı bir yamacında düşüyorsun, düşüşlerin de gelişiyor. Bedenini son raddesine kadar zorluyorsun, çok kısa bir zaman zarfında teknik becerini, zihinsel gücünü ve dayanıklılığını birleştiriyorsun. Ağrı Dağı, Türkiye’nin çatısı, bu anlamda zengin, besleyici; bir o kadar da öğretici bir dağ. Nazlı gelin gibi etek etek inmesine aldanmayın. Teknik zorluğu yokmuş gibi görünür ama kolayca fethedilemez, direnç ve kararlılık ister. Rotasının uzunluğu, yüksekliği, iniş yollarındaki eğim, yükseldikçe azalan oksijen ve elbette soğuğuyla gerçek bir mücevherdir.

Gelin görün ki 29 Ekim 2023’te saat 11 sularında Türkiye’nin en yüksek zirvesine adım attığımda aklımda bu yazdıklarımın hiçbiri yoktu. Zirveye değmek böyledir, sıfırlar insanın zihnini. 25 Ekim’de Ağrı’ya inip Doğubeyazıt’a giden yolu izlerken aklımdan geçen kaygıları unutmuştum. Doğubeyazıt’ta içtiğim enfes çayları, girip çıktığım sokakları, bizimle sürekli İngilizce konuşmaya çalışan çocukları da.

Türkiye’deki en büyük buzulun tepesine kadar tırmanıp son aşamayı ipe tutunarak geçip zirveye ayak bastığım an dile dökülemeyecek bir bütünlüğe kavuşmuştum. Geçmişimle ilgili hiçbir şey yoktu aklımda, geleceğe dair hiçbir fikrim; o adımı attığım ân, ayaklarımı bastığım o zemin vardı sadece. İçim bomboştu; ama öyle yavan, anlamsız bir boşluk değil. Beni bugünden, bu ândan, bu heyecandan koparacak hiçbir dış unsur yoktu. Zirvede saatte 40 kilometreyle esen, hepimizi titreten rüzgâr bile bu bütünlüğe zarar veremiyordu.

Rehberimiz Emre Varol’un “Cumhuriyet Tırmanışı” adını verdiği bu faaliyeti ekip olarak dört gözle beklemiştik. Efsaneleriyle ünlü o dağın eteklerinden dünyaya bakacaktık sonunda. Yaz tırmanışı değildi bu, turistleri topladıkları gibi toplayıp çıkarmayacaklardı bizi. Katırlar 4000 metreye kadar kamp yüklerimizi taşıdılar ama asıl şansımız liderimizdi. Zira kapsayıcı tutumu insana güven veriyordu. Ayrıca özverili, güçlendirici ve motive edici tavrı hepimize çok iyi geliyordu. Herkes zirve gününü iple çekiyordu.

Dağ bu, insan düşüyor. Kalkmayı öğreniyor sonra. Kolunu bacağını kullanmayı öğreniyor. Bedenini ekipmanla koordine ediyor.
Dağ bu, insan düşüyor. Kalkmayı öğreniyor sonra. Kolunu bacağını kullanmayı öğreniyor. Bedenini ekipmanla koordine ediyor.

Malum; yüksek dağlarda tek gün tırmanışla zirveye varamazsınız. Çünkü insan bedeni yüksek irtifaya öyle kolay alışamaz. 2200 metreden 3200 metreye tırmanırken kar görmedik, hava gayet nazikti, akşam şehrin ışıklarıyla mest olduk. Dağdan dünyayı izlemek başkadır. Dağdan şehrin akşamını izlemek hülasa edilemez.

Ertesi gün 3200 metreden 4000 metreye aklimitizasyon tırmanışı yaptık. Yükseldikçe hava soğuyor, rüzgâr insanı üşütüyordu ama 5000 metreye çıkınca ciğerlerinizin şişmemesi için önden biraz zorluk çekmek elzem. Sonradan gelecek zorluklar için. Ekim ayının sonuna gelmişseniz kar kaçınılmaz. Hava iyiyse, fırtına çıkmıyorsa talihlisiniz. Zira bizden bir gün önce çıkan ekip fırtınadan ötürü geri dönmüş, zirve yapamamış. 29 Ekim’de de bizden başka tırmanan yoktu.

Aklimitizasyon tırmanışının ertesi günü bu sefer topyekûn 4000 metreye taşındık. İkinci kampı kurmak için çıktığımız yolda her durak birbirinden güzel manzaralar sundu bize. Her gün batımı, her gün doğumu, her akşam, her ateş başı dağın sırlarından ve haşmetinden bir şeyler bıraktı kucağımıza. Şehirde bir hayatımız olduğunu unutmuştuk, bu yalın görkemin içinde kendi acizliğimiz ve gücümüzle sınanıyorduk.

28 Ekim’i 29 Ekim’e bağlayan gece 2.30’da zirve tırmanışına başladık. Dolunay bize ışık oluyor, bu özel günde Ağrı’nın zirvesine dokunma fikri kuvvet veriyordu. Motivasyonum düştüğünde, yorulduğumda aklıma ülkeyi kurtarmak için savaşan halkımızın çektikleri geliyordu. 5137 metrede gururla Türk bayrağını dalgalandırırken onların mücadelesi yanında bizimki sadece ufak bir teşekkürdü, biliyordum.

İniş ne kadar zorlu olsa da Ağrı Dağı tırmanışı içimde yanan ateşi daha da harladı. İnsan bir güzelliğe meftun olunca daha aşağısını kabul edemiyor. Bir yanda ay, bir yanda yeni doğan güneşle, liderimizin karda açtığı izleri usul usul takip ederken her arkama baktığımda o muhteşem tepeleri görüyordum. Neden dağcılık sorusunun cevabı ayan beyan önümdeydi işte.

Türkiye’deki en büyük buzulun tepesine kadar tırmanıp son aşamayı ipe tutunarak geçip zirveye ayak bastığım an dile dökülemeyecek bir bütünlüğe kavuşmuştum.
Türkiye’deki en büyük buzulun tepesine kadar tırmanıp son aşamayı ipe tutunarak geçip zirveye ayak bastığım an dile dökülemeyecek bir bütünlüğe kavuşmuştum.

Gecenin köründe sıcak tulumdan çıkıp kat kat ekipman giymeye, kayaları tırmanırken açılıp duran tozluklara, yeterince su içmediğiniz ve şeker almadığınızda gelen sinire, zirve yaptıktan sonra bir de inişine katlanıp kan ter içinde kalmaya değiyordu bu meret! Süphan Dağı karşıdan el sallarken, dağların birliğine ve büyüsüz güzelliğine hayran olmamak elde miydi? Güzü böyle ihtişamlı olan Ağrı Dağı'nın baharını merak etmemek ya?

Dağdan dünyayı izlemenin tadı hülasa edilemez.