Umberto Eco: komplo teorilerini sorumluluklarımızdan kaçmak için icat ettik

Umberto Eco, İtalyan bilim insanı, yazar, edebiyatçı, eleştirmen ve düşünür.
Umberto Eco, İtalyan bilim insanı, yazar, edebiyatçı, eleştirmen ve düşünür.

Bu söyleşi, Chris Wallace tarafından Interview Magazine adına 2015 yılında gerçekleştirmiştir

Sıfır Sayı kitabınızda şöyle bir cümle geçiyor: “Kişi ne kadar çok şey biliyorsa işler de bir o kadar ters gidiyordur.” Colonna karakteri de fazlasıyla incelenmiş bir yaşamın bu tür bir kaygısına sahip gibi görünüyor. Şaka yollu, ezik biri olduğunu söylüyor. Düşünsel (entelektüel), yani okunarak öğrenilen hayatın ancak yaşanan hayat pahasına elde edilebileceği, en yoğun biçimde Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi kitabınızda görülen ve tüm diğer çalışmalarınıza da tesir etmiş olan bir zincir aslında.

Muhakkak öyle. Colonna karakteri bahsine gelince, hayatta başarısız olup gerçek hayattan ziyade kişisel edebi fantezilerine daha çok ilgi duyan bir karakter tasvir etmek istedim. Şimdi ise sizin sorunuz bana Foucault Sarkacı’ndaki karakterlerin bile gerçekle baş edemeyerek edebi fantezilerinde kaybolan bir grup entelektüel olduklarını düşündürdü.

Kesinlikle. Tam da bu yüzden kendimi onlarla bu kadar özdeşleştirebiliyorum.

Ki bu da benim sorunum değil! [gülerler] Tıpkı aslında şüpheci biri olmama rağmen komplo teorileri ve paranoyak karakterler hakkında hikâyeler yazmam gibi. Ayrıca hayatım boyunca siyasi işlerle muhatap oldum, dolayısıyla gerçek ile çoktan yüzleştim. Bazı zamanlar Flaubert’indiği doğru değildir, bilirsiniz, “Madame Bovary c’est moi.” (“Madam Bovary benim.”) Bazen karakterlerim benden izler taşımaz.

İlginç bir diğer nokta da şu ki sık sık yazdığınız dergi L‘Espresso, yakın zamanda Papa’nın iklim değişikliğine dair söylediklerini ifşa etti Ancak tarih hakkındaki düşüncelerimize, okumalarımıza şekil verişimiz, Sıfır Sayı romanınızın da ana fikri. Üstelik kurgu olmayanlar da dahil olmak üzere birçok eserinizde bizi -tıpkı Sıfır Sayı’daki Braggadocio karakterinin Mussolini’nin geçmişini yazma şeklinde olduğu gibi- tarihi sürekli olarak yeniden yazan, hızlıca kontrol eden ve bozan bir toplum olarak anlatıyorsunuz. Görünen o ki bizler tarihi her daim değiştiriyor, güncelliyor ve boşlukları kendimiz dolduruyoruz. Aynısını kişisel tarihimizde de yapıyoruz. Hatıralarımızı değiştiriyor, rüya yorumlar gibi onları da yeniden yorumluyoruz.

Komplo tahayyül eden paranoyak insanlar beni her zaman büyülemiştir; eleştirel anlamda büyülüyor bu beni. Foucault Sarkacı bu tür insanların grotesk bir örneğiyken Dan Brown’ın Da Vinci’nin Şifresi kitabı, bu insanları ciddiye almıştır. Ama şahsen, ben her zaman kendimi bu tür bir kültürel paranoyanın karşısında konumlandırarak yazdım. Tarihi sürekli yeniden kurduğumuzu söylemekte haklısınız. Hem hafızamız hem de bakış açımız geçmişin yorumlanan bir yeniden inşasıdır her zaman. Aslında tarihi yeniden yazan kişiler, karakterlerim. [gülerler] Ben doğru şekilde yazmaya çalıştım.

Sizce neden bu komplo teorilerinin büyüsüne kapılıyoruz? Bu kaygı çağındaki nevrozlarımız, onları bilhassa çekici kılıyor gibi görünüyor.

Evet, internete baktığınızda buna benzer çok fazla şey görürsünüz. Demem o ki bu bir çeşit toplumsal hastalık. Büyük bir felsefeci olan Karl Popper, bildiğiniz üzere 60-70 yıl kadar önce komplo teorileri üzerine son derece ufuk açı-cı bir yazı yazarak bu teorilerin geçmişten beri sorumluluklarımızdan kaçmamız için bir yol olduğunu anlatmıştı. Bu, kendisini vesile kılarak gerçeği olduğu gibi görmeyi reddetmemize ve sorumluluklarımızdan kaçmamıza neden olan oldukça mühim bir toplumsal hastalık türü. Size çok aptalca ve basit bir örnek vereyim: cumartesi öğleden sonraları arabamı alıp otoyola çıkıyorum, korkunç bir trafik oluyor. Ben de “Bütün bunların sorumlusu kim?” diye soruyorum. Sorumlusu benim ve benim gibi arabasıyla bir cumartesi günü öğleden sonra otoyola çıkan aptallar. Ama işte sorumluluktan kaçmak için sorumlu olan bir başkasını bulmaya çalışıyorum. Bütün komplo ve komplo teorileri, sahte kanunların bir parçasıdır aynı zamanda. İster teorik ister roman türünde olsun, ben de tüm yazılarımla bu sahteliğin üretimine bulaşmış bir durumdayım. Nadir kitaplar koleksiyonum yalnızca doğruyu söylemeyen kitapları kapsıyor. [güler] Sahteler, bir başka deyişle. Örneğin bir Galileo kitabım yok, çünkü Galileo doğru olanı söyledi ama bir Ptolemy kitabım var çünkü o hatalıydı. Sahte olana ve sahtekarlığa oldum olası merak duymuşumdur, çünkü bir filozof olarak “gerçek” ilgimi çekiyor. Fakat doğruyu saptamak oldukça zordur; yanlışı saptamak çoğunlukla daha kolaydır. Yanlışın içinden geçerken ise doğru hakkında bir şeyler anlamak mümkündür- bu, felsefi bir ifade, olduğu gibi kabul edin.

Güzelliği de aynı şekilde tasvir ettiğinizi, çirkinliği betimlemenin güzelliği betimlemekten neredeyse daha kolay olduğunu söylediğinizi hatırlıyor gibiyim.

Bunun tek sebebi, çirkinliğin güzellikten daha yaratıcı olması. [güler] Güzellik her zaman suni hareketleri de beraberinde getirir. Bana kalırsa çirkinlik, güzellikten daha eğlendirici.

Jorge Luis Borges sizin için ne kadar önemliydi?

Çokça. Beni etkileyen iki yazar var; birisi kendisi hakkında da bir kitap yazdığım Joyce, diğeri ise çok sevdiğim Borges. Yaklaşık on yıl önce İspanya’da Borges ile aramızdaki ilişkiyi konu alan bir sempozyum düzenlenmişti. Borges’in eşi María Kodama da oradaydı. Borges beni hakiki anlamda etkilemiştir.

Fevkalade bir hafızaya sahipsiniz. Beni hayrete düşüren “hafıza sarayı” kavramından söz etmiştiniz; hatırladıklarımın tümünü kapsayabilmesi için anımsatıcı bir malikaneye ihtiyaç duyacak kadar çok şey anımsamıştım. Belki de geçmişte yaşayanların bizim şimdi sahip olduğumuzdan çok daha geniş hafızaları vardı. Aslında tarihin belirli noktalarında, insanlık tarafından o dönemde bilinen her şeyi akıllarında tutan kişiler vardı. Ya siz? Şimdilerde hafızanız nasıl?

Bakın, benim iyi bir hafızam var. Fakat kötü bir hafızam olsaydı da bu konu ilgimi çekerdi, çünkü hafızanın ruhu oluşturduğuna inanıyorum. Hafızamızı tamamen kaybedersek ruhsuz kalırız. Bu döneme dair beni etkileyen şey; bu genel, gezegensel olgu, hafızanın kaybı ve özellikle de yeni nesiller. Şunu demek istiyorum, benim jenerasyonum biz doğmadan 50 yıl önce olup bitenleri gayet iyi biliyordu. Bilgi yarışmaları, genç neslin hafıza aralığının en yüksek timsali olduğu için son zamanlarda bütün bilgi yarışmalarını takip ediyorum.

Gençler kendi hayatlarında olan her şeye hâkimler, ancak daha öncesini bilmiyorlar. Bazen kendi yaşadıkları dönemde gerçekleşen olayları da bilmiyorlar. Bence bu, bir nevi sonsuz bir şimdiki zamana mahkûm edilmek demek.

Sonsuz bir şimdiki zaman sunduğu için muhtemelen internetin bunda payı var. Eğer doğru kullanılırsa internet üzerinden tarihin yeniden inşa edebileceği doğru. Ancak bunu yapmak için eleştirel bir donanıma sahip olunması gerekir. Buna karşılık, öyle görünüyor ki insanlar hafızalarını sonsuz şimdinin içerisinde yitiriyorlar.

Hafızamızın bir nevi ruhumuz olduğunu söylemeniz ilginç. Günümüzde insanların sanal ortamlarda kendilerine avatar yaratma biçimleri beni hayrete düşürüyor. Bir başka deyişle, dünyaya kendilerini değil, bir sembolü sunuyor ve böylelikle kendilerinden bir anlamda bir marka oluşturuyorlar. Bahsettiğim şeyden, insanların nerede halka dönük benliklerini sergilediklerinden haberdar mısınız?

Gösteriş yapmak gibi mi?

Evet, öyle sayılır. Dünyaya gösterdikleri kişilikleri tıpkı bir logo, bir simge gibi.

Akışkan toplum konusuna dair oldukça ikna edici bir teorisi olan Polonyalı bir sosyolog var; Zygmunt Bauman. Devlet, ulus fikrini pek çok yerde kaybetmiş bir toplumda yaşıyoruz. İtalya’nın büyük partileri -Hristiyan Demokratlar ve Komünistler- feshedildi. Artık bir toplum merkezi yok. Bu yüzden kendilerine bir referans noktası bulamamış bireyler için tek çözüm televizyona çıkmak. Boynuzlanmış bir koca olduklarını ya da onun gibi şeyleri söylemek için bile televizyona çıkmaya hazırlar. [ikisi de güler] Eskiden belli bir utanç duygusu ile sır olarak saklanan her şey artık ortaya dökülüyor.

Ya siz sosyal medyada var mısınız? Twitter’da?

Hayır, hayır. Ben eski bir kâğıt tüketicisiyim. Her sabah gazete okumadan edemiyorum. Televizyonu haberleri, bilgi yarışmalarını ve bazen de iyi filmler izlemek için kullanıyorum. Facebook’ta veya Twitter’da yokum, zaten yaşam amacım mesajlardan kaçmak. Dünyanın her yerinden çok fazla mesaj alıyorum, dolayısıyla bunlardan kaçmaya çalışıyorum. İnterneti, e-posta’yı tabii, ihtiyaç oldukça kullanıyorum.

Kitaplarınızın hepsinde insanlar iş çıkışında, kafelere ve barlara gidiyor, oralarda hayat ve siyaset üzerine konuşuyorlar. Bu harika görünüyor. Hikâyenin tohumları her zaman buralara atılıyor, insanlar buralarda büyüleniyor, buralarda kendinden geçiyor, âşık oluyor, bağ kuruyor, eğleniyor veya iğrenç planlar yapıyorlar. Peki bu durum sizin hayatınızda da geçerli mi?

Hmm, bu mevzuyu öne çıkarmak önemli. Diyet yaptığım için artık daha az gidiyorum. Bolonya Üniversitesinde ders vermekten her zaman memnundum çünkü Bolonya yalnızca sıra kemerlerle kurulmuş tarihi bir merkezi olan bir şehir. Kemerler hem gençlerin hem de yaşlıların yağmur yağsa da dışarıda yürüyebileceği anlamına geliyor. Kemerlerin altında ise birçok lokanta ve bar vardı. Hayatımızın çoğu tavernada geçiyordu. Bir arada olmak, sohbet etmek fazlasıyla önemli. Günümüzde bara gitmek yerine gecelerini internette geçiren insanlar için endişeleniyorum.