Ursula K. Le Guin: Bilim kurgu yazarı olarak lanse edilmekten çok rahatsızım

Ursula K. Le Guin.
Ursula K. Le Guin.

Bu söyleşi, John Wray tarafından The Paris Review adına 2013 yılında gerçekleştirilmiştir.

Eserlerinizin bilim kurgu olarak adlandırılması size ne hissettiriyor?

Bu epey karışık bir mevzu.

Kusura bakmayın. Sormak istediğim şey şu: Bilim kurgu terimiyle barışık mısınız, yoksa fazla indirgemeci mi buluyorsunuz bu ifadeyi?

Bana kalırsa bilim kurgu, eserlerimi nitelemek için yeterince iyi bir isim değil ama ne yapalım, elimizde bir tek bu var. Yazılarımın diğer yazı türlerinden farklı olduğunu sanıyorum, bu yüzden de kendine has bir ismi hak ediyor. Beni bazen huysuz ve kavgacı birine dönüştürebilen esas mesele, bir tek “bilim kurgu yazarı” olarak çağrılmak. Öyle değilim oysa. Ben bir şair ve roman yazarıyım. Beni içine sığamadığım dar kalıplara sokmaya çalışmayın, çünkü ben her taraftayım. Antenlerim her yerde geziniyor.

Bir bilim kurgu yazarı ancak böyle tanınabilirdi herhalde; her yerde gezinen antenleriyle.

Bu doğru.

Bana öyle geliyor ki sizin eserlerinizle kıyaslayınca, yazdıklarının bilim kurgu terimiyle adlandırılması çok daha isabetli olan yazarlar var; Arthur C. Clarke mesela. Onun kitapları çoğu zaman doğrudan doğruya belirgin bilimsel konularda yazılmıştır. Buna karşın sizin kurgularınızda pozitif bilimler; felsefe, din veya sosyal bilimlerden daha az önem taşır.

“Pozitif” bilim yazarları, fizik, astronomi bir de belki kimya dışında her şeyden el çekmiş hâldeler. Biyoloji, sosyoloji, antropoloji onlar için bilim değildir, bunlar hafif meselelerdir. İnsanların gerçekte ne yaptıklarıyla ilgilenmezler. Ama ben ilgileniyorum. Sosyal bilimlerden bir hayli yararlanıyorum. Hepsinden, özellikle de antropolojiden çok fikir alıyorum. İçerisinde bir toplumun yer aldığı bir başka gezegen, farklı bir dünya yaratırken sadece bir imparatorluğa işaret etmektense o toplumun karmaşıklığını hissettirmeye çalışıyorum.

Kurgularınızın sözde edebiyat çevrelerinden kısa sürede takdir görmesinin nedeni, insanın karmaşıklığını ve psikolojiyi de barındırması olabilir mi?

Bu dediğinizin yazılarımı, ne diyorlar, “bilim kurgu” okumayanlara daha ulaşılabilir kıldığı doğru. Yakın zamana dek insanlarda bilim kurguya karşı ciddi bir önyargı vardı. Şu sıralar durum değişiyor, bu harika bir şey. Neredeyse bütün kariyerim boyunca, birinin üzerine “bilim kurgu” etiketinin yapıştırılması hapı yutmak anlamına geldi. Bu etiketi almak, Marslılar veya dokunaçlarla alâkalı şirin bir başlığa sahip küçük bir sahada değerlendirilmek demekti.

Hazır konusu açılmışken, ünlü bir antropoloğun çocuğu olarak büyümek sizin için nasıldı? Bu durumun yazarlık serüveninizin başlamasına katkısı oldu mu?

Bu soru bana belki de milyon kez sorulmuştur, ancak cevaplaması hâlâ çok zor. Açıkçası babamın hayata olan merakı ve mizacı, bana neredeyse bir çeşit ahlâkî tavır kattı. Babam her şeye meraklıydı. Tabii böyle bir zihinle yaşamak başlı başına bir eğitim almaya benziyor. Alanının beşerî bilimler olması bir roman yazarı için büyük şans.

“Bir kır tavşanı kadar dine uzak” yetiştirildiğinizi söylemiştiniz. Ancak yazılarınızın pek çoğunda dine karşı bir ilgi mevcut.

Bence ben böyle bir mizaca sahibim, demek istediğim, tam olarak dindar olarak da adlandıramıyorum bunu, çünkü sorun zaten din sözcüğünde. Taoizm ve Budizm’e karşı derin bir ilgi duyuyorum, ikisi de bana çok şey kazandırdı. Sahip olduğum kafa yapısının bir kısmını Taoizm oluşturdu. Budizm’i de aşırı derecede ilgi çekici buluyorum. Eğer bu kafa yapısına dinî bir düşünme şekli demek istemiyorsak “spiritüel” gibi bir başka ad bulmamız gerekir ki o da kulağa çok batıl ve uydurma geliyor. Şöyle diyelim; dinin ele almaya çalıştığı bazı büyük meseleler var ve ben de bunlara son derece ilgi duyuyorum.

Kurt Vonnegut, 1977’de The Paris Review için verdiği söyleşide, antropolojiyi “inandığı tek din” olarak tanımlıyordu.

Bu benim için pek yeterli değil ama ne demek istediğini çok iyi anlayabiliyorum, benim de sırtımı dayadığım yer orası. Kendime bir kahraman seçecek olsaydım o kişi Charles Darwin olurdu. Bilime dair bütün o ilgisi, bilgi arayışı ve edindiklerini birleştirme kabiliyetiyle Darwin’in zihin kapasitesi… Onun düşünme şeklinin ardında gerçek bir maneviyat yatıyor; bunu kendisi de hissetmişti.

Peki, biraz ileri gideceğim şimdi, tatminkâr ya da elverişli bir din arayışı, bir yazar olarak yöneldiğiniz istikameti etkilemiş olabilir mi? Eğer var olan dinler tatmin etmiyorsa, bir başka ifadeyle, niçin kendiniz bir din türetmeyesiniz?

Ben bir hakikat arayıcısı ya da hakikat araştırmacısı değilim. Yalnızca tek bir cevabın olduğunu düşünmüyorum, bu yüzden de onu aramaya çıkmadım. İçimdeki itici güç böylesine arayış dolu değil, onun daha ziyade “oyuncu” olduğunu söyleyebilirim. Fikirleri, farklı yaşam şekilleri ve dini yaklaşımları üzerimde denemeyi seviyorum. Dinî bir dönüşüm için iyi bir aday değilim, hepsi bu.

Yazarlığınızın ilk başlarında spekülatif kurgu yazmak istediğinizin farkında mıydınız?

Hayır, hayır. Sadece çok eskiden beri -kulağa son derece komik geliyor ama beş-altı yaşlarından berihayatım boyunca yazacağımı biliyordum. Ama yalnızca yazma eylemi olarak; belirli bir biçim olarak değil. Önce şiir yazmaya başladım. İlk kez bir hikâye yazdığımda sanırım dokuz on yaşlarındaydım. Fantastik bir hikâyeydi çünkü çoğunlukla öyle şeyler okuyordum. O zamanlar erkek kardeşimle 25 sentlerimizi birleştirip ara sıra “Fantastik Masallar”a benzer bir isim taşıyan bir dergi alırdık, şu ucuz dergilerden.

Amazing Stories dergisi mi?

Evet, o! Demem o ki erken yaşta okumaya başladığım için bu kurgular beni fantastiğe yönlendirdi. Gerçekçilik, edebiyatın oldukça gelişmiş, erişkin bir biçimidir; bu da onun zayıf yönü olabilir. Ancak görünüşe bakılırsa fantastik edebiyat her zaman, her yerdedir. Sonsuzdur, çocuklar için her daim caziptir.

İnsanlar bana “Küçüklüğünüzden beri hep yazar mı olmak istemiştiniz?” diye sorunca, hayır, diyorum, “Ben zaten hep yazardım.” Bir yazar olup yazar hayatı yaşamak, göz kamaştırmak, New York’a gitmek istemiyordum. Yalnızca yazma işini yapmak; bu işi gerçekten iyi yapmak istiyordum.

Diğer yazarlara kıyasla mı “iyi” yazmak istiyordunuz?

Bir yazıyı başka nasıl değerlendirebilirsiniz? Diğerleriyle bir bakıma rekabet etmeniz veya kendinizi karşılaştırmanız gerekir.

Kendinizi kiminle kıyaslayarak ölçüyordunuz?

Onlar gibi olmak istemesem de onlar kadar başarılı olmak istediğim kişilerle. Charles Dickens, Jane Austen... Bir de onun dilini okumayı öğrendikten sonra Virginia Woolf. Gözünüz hep en yüksekte olsun. Oraya hiçbir zaman ulaşamayacağınızı içten içe bilseniz de gözünüz yüksekte olmazsa keyif alamazsınız.

Eğer karakterler zihninizde net değilse öykü tasavvurunuzu kâğıda dökme aşamasına geçemediğinizi yazmıştınız. Ben yine de bazı kitaplarınızın bir grup karakterden değil de keşfetmek istediğiniz bir fikirden filizlendiğini seziyorum.

Bu dediğiniz en çok Mülksüzler için geçerli. İlk başta kısa öykü olarak ortaya çıktıysa da… Önce bir fizik uzmanı vardı, esir kampında bir yerde kalıyordu. Hikâye hiçbir yere varmadı ama o karakterin gerçek olduğunu biliyordum. Sanki bir beton parçası vardı elimde, içinde bir yerlerde bir elmas saklıydı. Ne var ki o beton parçasının içine girmek yıllarımı aldı. O sıralar her niyeyse pasifist (barış yanlısı) edebiyat eserleri okumaya başladım, Ban the Bomb ve benzeri grupların savaş karşıtı gösterilerine katıldım. Uzun süredir ben de sözde bir pasifizm aktivistiydim, ancak bunu neden yaptığımı bilmediğimi fark ettim. Gandi’yi daha önce hiç okumamıştım.

Kendimi bir nedene bağladım, o türde edebiyat eserleri okudum ve bu da beni ütopyacılığa götürdü. Oradan da Kropotkin vasıtasıyla anarşizme, pasifist anarşizme kaydım. Bir noktada şunun farkına vardım; daha önce kimse anarşist-ütopik bir eser kaleme almamıştı. Sosyalist ütopya ve distopyalar vardı, ama anarşizmin yoktu. Bu çok eğlenceli olurdu! Böylece bulabildiğim tüm anarşizm edebiyatı eserlerini hatmettim, eğer Portland’de doğru dükkânlara giderseniz bu alanda birçok kitap bulabilirsiniz.