Van Kalesi'nden öğrendiklerim - 1

Van Kalesi, Urartu Krallığı tarafından kütle halindeki taştan yaptırılan ve Urartu başşehri Tuşpa'yı kuş bakışı gören bir istihkam yapıdır.
Van Kalesi, Urartu Krallığı tarafından kütle halindeki taştan yaptırılan ve Urartu başşehri Tuşpa'yı kuş bakışı gören bir istihkam yapıdır.

Kale, cami, göl veya bir konak,bir şehrin zamanla sembolühâline gelebilir. Sembolburada, şehirle birlikte anılan,hatırlanan mekân anlamınagelmektedir. MeselaUrfa’yı Balıklıgöl’den, Konya’yıMevlana Türbesi’nden,İstanbul’u Galata veya KızKulesi’nden ayrı düşünemeyiz.Aynı şekilde Van dediğimiz zaman da iki şey Van Kalesive Van Gölü, hemen gözümüzde canlanır.

Bu sembollerle tanırız şehri. Yine bu sembollerle o şehre anlamlar yükleriz. Ben askerlik vazifesini görmek üzere Van’a gitmeden önce kaleyi bilmiyordum. Van Gölü’nü ise, “Van Gölü Canavarı” dolayısıyla haber kanallarından duymuştum. Tabii bir de güzelim Türkiye haritasının, sağ alt köşesinde duran ve coğrafya derslerinden Türkiye’nin en büyük gölü diye öğrendiğimiz, mavi, bir ucu diğer ucuna göre daha uzun leke misali işaretten. Oysa Van’a gittiğimde, kaleyi gölden daha önce görecek ve sevecektim. Çünkü bulunduğum kışladan kalenin burçları görünüyordu. Göl aşağılarda kaldığı için, seçilemiyordu.

Fakat ne yazık ki çarşı izinlerinde kaleye çıkma şansım yoktu. Çünkü kale ve çevresi erler için sakıncalı bölgelerdendi. Zaten zaman da yetişmezdi. Çarşı izinleri genellikle dört beş saatle kısıtlı tutuluyordu. Dört saat içindeyse, ancak çarşıda göreceğin işleri hâlledebilirdin. Bir kahvaltı yapayım, ne bileyim birkaç eşya satın alayım diyene kadar, çarşı izninin süresi doluyor, dönüş saati hızla yaklaşıyordu. Bu yüzden ya çarşı izinlerinden birini kaleye hasretmek gerekiyordu ya da başka bir zaman dilimi arayışı içine girmek. Bir de zaten ben kaleyi uzaktan izlemeyi severim. O yüzden ikinci seçenekte karar kılmam zor olmadı. Ayrıca bir bölge erler için sakıncalı bulunmuşsa, oraya gitmek için türlü uğraşlar içine girmek yersizdi.

Dört buçuk ay Van’da kalıp Van Gölü’nü, Van Kalesi’ni, Akdamar Kilisesi’ni görmemek de ne demekti?

Şu demekti, aslında ben mekânı hissetmeyi seven biriyim. Turistik gezilerden oldum olası hoşlanmadım. Hele bir ekiple, bir otobüse doluşup, bir gün içinde on farklı turistik mekânı görmek, hiç bana göre olan etkinlikler değildir. Mekânla kurulacak ünsiyet, benim için asıl olandır. Çok yer görmekten ziyade bir mekânla kurulacak ünsiyetin derinliği önemlidir. Ben de uzun süre Van’ı anlamaya, hissetmeye çalıştım. Bu da mekândan önce, insanla olabilecek bir şeydir. Vanlılarla bu yüzden bol miktarda sohbet etmeye çalışmıştım. Vanlı öğrencilerime bu yüzden ardı arkası kesilmeyen sorular sormuştum. Boş boş kalabalık caddelerde gezmemin nedeni de buydu. Ama arada sırada, ne yapıyorsun sen dercesine, Van Kalesi’nin burçlarını değişik mekân ve uzaklıklardan gördüğümde, içimde kıpırdanmalar oluyordu. Heyecanlanıyordum. Sanki ondan gizli bir şey yapıyormuşum da, yakalanmışım gibi. Kalenin burçları diyorum sürekli farkındayım, kalenin minaresi de demeliyim. Kalesinde cami ve minare olan başka bir şehir var mıdır bilmiyorum. Ama Van Kalesi’ni Van Kalesi yapan, biraz da Süleyman Han Camii’dir.

Kale MÖ 9. yüzyılda Lutipri'nin oğlu Sarduri tarafından MÖ 840-MÖ 825 tarihleri arasında kurulmuştur.
Kale MÖ 9. yüzyılda Lutipri'nin oğlu Sarduri tarafından MÖ 840-MÖ 825 tarihleri arasında kurulmuştur.

Askerde kule nöbetlerini, diğer nöbetlerden daha çok severdim. Hele bu nöbet tutacağım kuleden bir de Van Kalesi görüyorsa, değmeyin keyfime. Kuledeyken, kaleyle sürekli bakışırdık. Arada ben yönümü dağlara çevirir, sonradan isimlerini öğrendiğim Artos, Kavuşşahap gibi büyük dağların zirvelerini görmeye çalışırdım. Ünsiyet dediğim derinlik biraz da bu şekilde oluştu. Yoksa akşam saatlerinde girdiğim Van’da beni ne göl, ne kale, ne yüksek dağlar, ne de Van’ın o eşsiz yeşil doğası karşılamıştı. Zaten Van’a indiğimin ikinci veya üçüncü günü kar yağmaya başlamıştı ve benim askerliğim bitene kadar da kesilmemişti. Şöyle söyleyeyim: Van’ın hiçbir dağını karsız göremedim. Van’da yağmur yağmaya başlıyordu ve beş dakika geçmeden kara dönüşüyordu. Van’a yağmur yağmıyordu yani. Ben ise yağmurların çocuğuyum. Kahramanmaraş’ta yağan karın yerde kalma süresi, yarım gün bile değildir. O yüzden Van denilince üşümeye başlarım. Van denildiğinde aklıma hemen kar soğukları gelir.

Ama o kaleye çıkılacaktı işte. O kadar bakışmadan sonra Van Kalesi’ni yakından görmeden şehri terk edemezdim. Sağ olsun, bir öğrencim “Hocam ben sizi götürürüm kaleye,” demişti. Tezkeremi aldığım gün öğrencime bu sözünü hatırlattım. İki gün sonra ise, öğrencimle Maraş Caddesinde buluşup, Kale’ye giden bir dolmuşa binmiştik. Dolmuştan indiğimizde fazla yürümemiz gerekmedi. Kalenin altı zaten halkın piknik yapığı yeşil ve sulak bir alandı. Kale epey yüksekti. Daha önce bu kadar yüksek bir kale görmemiştim. Ayrıca, -Bingo!- kale ziyarete kapalıydı. Neden kapalıydı derseniz, günün pazar olduğunu söylemeliyim. İlginç değil mi -şimdilerde nasıldır bilmiyorum kale pazar günü ziyarete kapalıydı. Öğrencim “Sorun değil, keçi yollarından çıkarız,” dedi gülümseyerek. Ben de ona uydum. Uymaz olaydım! Korku duymadan, taşlarla döşenmiş, korkuluklu, rahat yollardan kaleye çıkmak varken, yuvarlansak, düşsek, tutunacak bir dal bulamayacağımız keçi yollarından çıkacaktık kaleye. Öğrencim tabii alışık! Keçi gibi tırmanıp çıkıyor. Benim yaşım otuz. Üstelik hiç öyle bir dağa tırmanmamışım o güne kadar. Neyse, düştük genç adamın peşine. Ve hiç de fena sayılmazdım dağa tırmanırken. Korkmadım da. Kendimle de övündüm hatta. Bak çekiniyordun ama genç adamın çok da gerisinde kalmıyorsun diyordum kendi kendime. Ama asıl olay, zirveye çıktığımızda başıma gelecekmiş. Süleyman Han Camii’n dibine geldiğimizde, aşağıya bakamıyordum.

Neden bakamıyordum? Defalarca denedim ama bakamadım. Meğer bende yükseklik korkusu varmış! Bunu Van Kalesi’nde fark ettim. Van Gölü bütün uçsuz bucaksızlığıyla önümde uzanıyordu. Ona bakmaya doyamıyordum. Ama aşağı baktığımda, yerimde çakılıp kalıyordum. Öyle bir korkuyla daha önce karşılaşmamıştım. Aşağıda piknik yapan insanlar küçücük görünüyorlardı. Bu niye bu kadar yüksek bir kaleydi ki? Ve bu kaleye bu camiyi nasıl yapmışlardı? Öğrencim benimle konuşmaya çalışıyordu ama ben normal cevaplar veremediğim gibi, bir yandan da korkumu belli etmemeye uğraşıyordum. Korkunun ecele faydası yoktur derler ya, hâlimdeki tuhaflığı daha fazla saklayamayıp, öğrencime durumu söyledim. Korkuyordum. Öyle ki yerimden kımıldasam, düşeceğim sanıyordum. Oysa düşecek yer yoktu. Yer engebeli ama yürünecek, oturulacak durumdaydı. Öyle uçurum kenarı gibi bir yerde de değildim ama öyle bir yerdeyim sanıyordum. Yükseklik korkusu böyle bir şey olmalıydı. Öğrencim Süleyman Han Camii’n minaresine bile çıkmıştı. Ben cesaret edememiştim. Ve ben o an kaleden görünen gölün, dağların, şehrin oluşturduğu muhteşem manzarasının tadını çıkaramıyordum.

Bu duyguyu sonraki yıllarda gideceğim Nevşehir’in Uçhisar Kalesi’nde de yaşadım. Ortahisar’daki kale Uçhisar’dakinden de yükseltir, bu yüzden onun zirvesine çıkmayı düşünmedim bile. Nevşehir’de veya başka yüksek yerlerde -mesela bir taş köprüden geçer bile- hep Van Kalesi’nde yaşadıklarım aklıma geldi. O korkuyla birlikte Van Kalesi’de benimle yaşamaya devam ediyor.

Peki, bu korkuyla kaleden aşağı nasıl indim? O da ayrı bir hikâye…