Veda ve Şam

Uzun yıllar önce geçmiştim Şam’dan. İhtişam ve tevazunun toprak rengine boyanmasıyla vücuda gelmiş bir çarşıya girdiğimde daha çocuktum.
Uzun yıllar önce geçmiştim Şam’dan. İhtişam ve tevazunun toprak rengine boyanmasıyla vücuda gelmiş bir çarşıya girdiğimde daha çocuktum.

Uzun yıllar önce geçmiştim Şam’dan. İhtişam ve tevazunun toprak rengine boyanmasıyla vücuda gelmiş bir çarşıya girdiğimde daha çocuktum. Hatırlıyorum; ellerimi kollarımı sallayarak tek başıma yürümüştüm. Ne annemin arkasına sığınmış ne babamın adımlarını takip etmiştim. Ailecek yürüyorduk işte. Herkes müstakildi ve aynı zamanda değildi. Çarşının toprak rengi duvarlarını, yüksek tavanını seyrederken garip bir özgürlük hissi yaşamıştım. Oradan geriye ne kaldı bilmiyorum.

Çocukken tanık olduğum diğer çarşılardan farklıydı burası. Gözü yormayan bir kırmızının arka planda sürekli akması dikkati çekmişti. Kırmızının teslimiyeti simgeleyebileceğini hiç bilmezdim.

Sonra dar dükkânlar ve kendi üstüne kapanan merdivenlerden çıktığımız lokanta; sofraya konan sade tabaklar. Hele Şam baklavasının insanı boğmayan şekeri… Türkiye sınırını geçtikten sonra dahi dilimizden düşmemişti. “Acaba geri gidip birkaç paket daha mı alsak şu baklavadan?”

Aslında Şam’da kalmayacaktık. Arabamız bozulmasıyla büyükçe bir aileye konuk olmak durumunda kaldık. Ailemiz kalabalık olduğu için üç eve dağıldık. Benim payıma rahat bir oda düştü. Ama abimlerin kaldığı odanın tavanının olmadığını öğrenince üzüldüm. Kahvaltı boyunca gecenin nasıl üzerlerine yağdığını, dört bir taraflarını sardığını anlattılar. Evvelki gün gördüğüm çarşı manzarasının üstüne o sabah muhayyel bir galaksi serildi. Benim için Şam, gözlemleyemediğim bir evrenin kapısını açan bir beldeye evirildi. Hâlbuki Şam’a gelirken çölün içinden geçmiş, Samanyolu’nun muhteşem güzelliğini gecenin karanlığında izleyebilmiştim.

Ama yine de imrendim. Ne de olsa yıldızlara bakarak uyumuştu abimler. Kaçırdığım bu manzara bir ukde olarak kaldı bende. Yirmi yıla yakın geçti aradan. Abimler hangi kayan yıldızları seyrederek uyudu, hâlâ merak ederim.

Türkmen aile bizi yolcu ederken arkamızdan su döktüler. Sadece filmlerde görmüştüm o zaman dek.
Türkmen aile bizi yolcu ederken arkamızdan su döktüler. Sadece filmlerde görmüştüm o zaman dek.

Evinde kaldığımız Türkmen ailenin sofrasında ta’ammiye gördük. Daha doğrusu ona benzer bir şey… Bize verilen felafel, Mısır’da yediğimizi ta’ammiyeye benziyordu. Şam’da baklavanın yanına bir başka lezzeti böylece kondurmuş oldum. Araba tamir olmamıştı daha. Dışarı çıktık. Gölgenin nasıl bir nimet olduğunu anladım. Sultan Vahdettin’in kabrindeydik. Toprak rengi duvara küf yeşili değmiş. Köşelerde gölgeler, ortada bir mezar taşı. Gurbette ölmüş bir sultan. Ama tam da göremiyorum. Güneşin değdiği yerler neredeyse beyaz. Ölüm ve yaşam arasındaki çizgi yok olmuş; her şey beyaz. Bakımsız avlunun ortasına doğru yürüdü babam. Ben gölgede kaldım, gözlerimi kapadım.

Türkmen aile bizi yolcu ederken arkamızdan su döktüler. Sadece filmlerde görmüştüm o zaman dek. Uzay savaşı gibi, ejderha gibi bir şeydi gidenin arkasından su dökmek. Gerçek değildi. Meğer öyle değilmiş. Araç hareket etti. Ayaklarımın dibinde, annemin ezmemem için uyardığı Şam baklavaları. Bir gece misafir olduğumuz insanlara el sallıyoruz.

Çarşının etrafını dolaştığımızı anımsıyorum. Büyük büyük ağaçlar çocuk zihnime kazınıyor. Şehirden çıkarken kan rengi toprak bizi karşılıyor. Bir yığın imge ve çocuklara has hayal kırıklığıyla uzaklaşıyoruz. Yıllar sonra dedem “Rüyamda annemi en son Şam pazarında görmüştüm. Öldüğü geceydi” diyor. Hiç görmediğim gökyüzüne hiç görmediğim bir kadının çehresi karışıyor. “Veda” kelimesi Şam’daki büyük çarşıya dönüşüyor. Savaşla birlikte tastamam veda edeceğimden habersiz oluyor bütün bunlar.