Yan Lianke edebiyatı neden “efsanevi gerçekçilik” ile yeniden tanımlıyor

Yan Lianke, Pekin'de yaşayan Çinli bir roman ve kısa öykü yazarıdır.
Yan Lianke, Pekin'de yaşayan Çinli bir roman ve kısa öykü yazarıdır.

Bu söyleşi, 2019 yılının mart ayında The Believer dergisi tarafından gerçekleştirilmiştir.

Yakın zamanda verdiğiniz bir röportajda, buradaki, Hong Kong Bilim ve Teknoloji Üniversitesindeki vazifenizin “edebiyat efsanesini yıkmak” olduğunu söylediniz. Daha önce de kendinizden bir “edebi yazın haini” olarak söz etmiştiniz. Edebiyat kelimesinin sizin için ne anlam ifade ettiğini, öğretirken ve yazarken niçin edebiyat aleyhine çalıştığınızı bize anlatabilir misiniz?

Edebiyatı, özellikle de bilim ve teknoloji alanında uzmanlaşan öğrenciler için gizeminden arındırmak istiyorum. Öğrencilere edebiyatın korkutucu bir şey olmadığını, herkesin okuyup yazabileceğini anlatmayı arzu ediyorum. Öğrencilerin edebiyat konusunda özgüvenli olmalarını isterim. Buradaki öğrencilerin, eğer edebiyat alanına yoğunlaşmayı isterlerse, Bilim ve Teknoloji eğitimi alıyor olmalarına karşın bunu başarabileceklerine eminim. Edebiyat onlar için gizemli bir şey çünkü şimdiye kadar pek okumamışlar, onlara kendi yollarını bulabilme seçeneğine sahip olduklarını göstermek isterim.

Yazmaya ilk gençlik yıllarınızda karar verdiniz. Peki kurgu sanatını siz nasıl öğrendiniz?

 1958 yılında Çin'in Luoyang şehrinde dünyaya geldi.
1958 yılında Çin'in Luoyang şehrinde dünyaya geldi.

Doğrusu oldukça absürt tecrübeydi benimkisi. Yirmi yaşından önce kırsal kesimin dışına hiç çıkmamıştım. Okuduğum kitaplar Çin’in kırmızı (edisyonlu) klasiklerinden ibaretti. Dünya edebiyatının da o kitaplara benzediğini zannediyordum. Yirmi yaşına geldikten sonra orduya katıldım ve bir de Margaret Mitchell’in Rüzgâr Gibi Geçti kitabını okudum. Yabancıların kendi hikâyelerini bu şekilde yazdıklarını ve bu tarzın bizim kurgularımızdan daha güzel olduğunu fark ettim. Daha önce okuduğum kurgular bana anlamsız gelmeye başladı.

Ordudayken propaganda metinleri yazıyor muydunuz? O zamanlar yazmakla görevli olduğunuz hikâye benzeri kurgusal metinler var mıydı yoksa kendi kendinize mi yazıyordunuz?

Orduda çoğunlukla belgelerden sorumluydum; liderlerin konuşmalarını yazmak ya da arşiv belgelerini hazırlamak gibi şeyler yapıyordum. Gün içinde yaptığım iş buydu. Geceleri ise öyküler yazdım, ama bunlar pek de gönlümce yazamadığım gerçekçi öykülerdi, ekseriyetle devrimci gerçeklik öyküleri.

Geçmişte orduya hizmet eden bir pozisyondayken bugün edebiyat ve yazı profesörüsünüz. Bu dönüşüm nasıl gerçekleşti?

Bana kalırsa bu benim kaderim. Pek yetenekli biri olduğumu düşünmüyorum. Tüm bunlar kaderim sayesinde oldu. Bütün o inişler ve çıkışlar; orduya katılmak, şehre taşınmak, evlenmek dahil, hayatımda vuku bulan iyi-kötü her şey bir şekilde edebiyat ile ilişkili. Elbette ordudan kovulmak, kitaplarımın yasaklanması, mütemadiyen özeleştiri metinleri yazmak da kaderimin bir parçası. Pek bir yeteneğim yok, yetkin bir profesör olduğumu da düşünmüyorum. Dostlarımın gösterdiği ilgiye ve insanların edebiyata duyduğu saygıya minnettarım.

Çağdaş Çin edebiyatının en önemli temsilcilerinden olan Yan Lianke, özellikle son dönemde yurt dışında aldığı ödüller neticesinde Uzakdoğu'nun da en başarılı yazarlarından.
Çağdaş Çin edebiyatının en önemli temsilcilerinden olan Yan Lianke, özellikle son dönemde yurt dışında aldığı ödüller neticesinde Uzakdoğu'nun da en başarılı yazarlarından.

Rüzgâr Gibi Geçti adlı eserin sizdeki etkisinden ve yeni bir biçimde yazma isteğinizden söz ettiniz. Amerika’daki yazarlar çoğu zaman Ezra Pound’un “Yaptığınızı yeni kılın.” özdeyişinin peşinden gitmeye çalıştılar. Ben eserlerinizi tamamıyla özgün buluyorum, sizde tesir bırakan diğer edebi eserleri de merak ediyorum. Acaba ilham aldığınız belli başlı başka kitaplar ya da ekoller var mı?

Hayatımın farklı evrelerinde farklı tercihlerim oldu. Rüzgâr Gibi Geçti’yi okuduktan sonra Tolstoy’un, Dostoyevski’nin, Balzac’ın ve Flaubert’in eserlerini okumaya koyuldum. Sonra Amerikan ve Japon edebiyatından, daha sonraları ise Latin Amerika edebiyatından, Fransa’daki Yeni Roman akımından ve Kafka’dan pek çok eser okudum. Son zamanlarda daha çok Doğu Avrupa edebiyatıyla ilgileniyorum. Bir yazarın bütün eserlerini okumayı hiçbir zaman başaramadım. Yazdığım bu süre boyunca okumayı tercih ettiğim tek bir yazar olmadı hiç.

Etkilendiğiniz Amerikalı yazarlardan kimler var?

İlki, Nathaniel Hawthorne’un Kırmızı Leke kitabı. Sonra Mark Twain’in eserleri. Sonra Beat jenerasyonundan Jack Kerouac’ın Yolda kitabı, Henry Miller’dan Yengeç Dönencesi ile Oğlak Dönencesi; Joseph Heller’dan Madde 22, Kurt Vonnegut’tan Şampiyonlar Kahvaltısı. Bu eserler Çin’de 90lı yıllarda popüler hâle geldi. Beni en uzun süre etkisi altına almış olan Amerikalı yazar ise William Faulkner’dır.

Sorularımdan biri de buydu. Faulkner’ın çalışmalarınızda nasıl bir etkisi oldu? Onun doğal manzaralar ve toprak üzerindeki keskin odağı, bana sizin bakışınızı hatırlatıyor.

Faulkner öykülerinin anlatım şekline ve yapısına bilhassa dikkat ediyor. Bunun yanı sıra, kurgusal metinleri karanlıkla dolu. Karanlık olan şey her zaman öykülerinin konusu değil. Tıpkı sabah sisi gibi, kurgularına sızan karanlık bir his var.

“Çin’in mevcut gerçekliği öyle aşağı bir durumda ki, inanç küçümseniyor ve gerçeklik âtıl bırakılıyor.” demiştiniz. Adına “efsanevi gerçekçilik (mytho- realism)” veya “gerçeklikle örtülen gerçeklik” dediğiniz şeyi biraz daha tanımlayabilir misiniz?

İçerisinde herhangi bir hakikati barındırmayan bir dönemde yaşıyoruz. Hakikatini, gerçeğini kavrayabildiğimiz hiçbir şey yok. Ya da şöyle demeli; bugün hakikat, bir başka hakikat ile örtülü. Üstelik asıl hakikat bizim gözlerimiz tarafından fark edilebilir nitelikte de değil. Var olmayan, hayali bir hakikat o. Gerçeğin olmadığı bir dönemde hayatın içerisindeki gerçeği tanımlamak nafile. Efsanevi gerçekçilik fikrini işte bu yüzden teklif ediyorum. Bu kavram esas itibariyle hakikati anlama şeklimize dayanıyor ve bizi ona daha yakın kılıyor.

O hâlde efsanevi gerçekçiliğin icadı, hayatı olduğu gibi yansıtmamak amacıyla bilinçli bir şekilde mi yapıldı?

Yazarken zihnimdeki hakikati -gerçeğe yakın olan hakikati- aşikâr ediyorum, fakat onun da hakikatin taşıdığı şüpheye dayanması gerekiyor. Hayattaki mantık unsuru parçalanmış durumda. Yeni bir hakikat inşa etmeliyim, ki bu da efsanevi gerçekçilik, ruhsal gerçekçilik ve manevi gerçekçiliktir. Yüzeysel bir açıdan bakıldığında son derece gülünç görünse bile hayat aslında gerçekten de böyle bir şey olabilir.

Efsanevi gerçekçilik veya ruhsal gerçekçilik akımlarının Çin edebiyatındaki ürünleri gerçeküstücülük ya da büyülü gerçekçilikten ne yönde farklılık gösteriyor?

Discovering Fiction (Kurguyu Keşfetmek) adında bir kitapçık kaleme aldım, orada bu konudan söz ediyorum. Büyülü gerçekçilikte, şeyler arasında yarı-nedensel bir ilişki bulunuyor çünkü gerçekleşen büyülü olayların sahici bir mantığı var.

Örneğin García Márquez, Yüz Yıllık Yalnızlık romanının girişinde, Melquíades karakteri Macondo’ya geldiğinde tencere-tavaların ve hatta kayıp objelerin bulundukları yerlerden gelmelerini sağlamak için iki metal külçeyi nasıl kullandığından bahsediyor. Bu elbette mübalağa içeren bir sahne, ancak bir yandan da denebilir ki bir mıknatısın sahip olduğu fiziksel özelliği temel alıyor. Mıknatısın taşıdığı özellik gerçek, ama abartılmış ya da küçültülmüş: ben buna yarı-nedensel ilişki diyorum. Fakat efsanevi gerçekçilikte böyle bir nedensel ilişki yok. Onda henüz geliştirmekte olduğum bir başka ilişki şekli var.

Kendinizi “gerçek” ile “efsane” ya da “büyülü” arasında denge sağlamaya çalışırken yakalıyor musunuz? Çalışmalarınızın zaman içerisinde daha büyülü ya da fantastik bir niteliğe büründüğünü düşünüyor musunuz?

Büyülü gerçekçilik ile efsanevi gerçekçilik arasındaki farkı açıklamak için bir örnek daha vereyim: The Four Books kitabımda, Büyük İleri Atılım döneminde bir arazide aşırı miktarda tahıl üretebilmek için insanların, hükümdarların gömülü olduğu bir toprağı seçtiklerini anlatan bir olaylar dizisi yer alıyor. Entelektüeller bitkileri sulamak için kendi kanlarını kullanıyorlar. Sonuç olarak bir buğday tanesinin büyüklüğü, bir mısır koçanına denk geliyor.

The Four Books’un ön sözünde romanınızın bir, “herhangi bir yayımlama kaygısı gütmeden yazma” teşebbüsü olduğunu söylüyorsunuz ve devamında bu amacı, “tamamen dilediğiniz gibi olan bir eser yazma isteği” olarak tasvir ediyorsunuz. Yazdığınız yeni kitaplarda da aynı duruşu koruduğunuzu söyleyebilir misiniz?

Bu tavrımın değişeceğini sanmıyorum. Çin’de eğer eserinizi yayımlatmak istiyorsanız, yazınıza belirli bir kısıtlama uygulamanız gerekiyor; yalnızca hikâyenizin içeriğini değil, anlatım şeklinizi de sansürlemek zorundasınız. Bana göre gerçek bir yazar, yayımlanmak için yazmayarak en büyük özgürlüğü elde etmiş olur.

İlk kısa öyküsünü 1979'da yayımladı. 14 roman ve 40'ın üzerinde öykü yayımladı.
İlk kısa öyküsünü 1979'da yayımladı. 14 roman ve 40'ın üzerinde öykü yayımladı.

Borges “kendim ve arkadaşlarım için yazıyorum, bir de zamanın akışını hafifletmek için.” diyor.

Eserlerimin Çin’de büyük bir okuyucu kitlesine eriştiğini zannetmem ama inanıyorum ki yazılarımı görmek isteyen okurlar onlara bir şekilde ulaşabilirler.

Yurt dışında Mandarin veya Çince konuşan pek çok okurunuzun olduğunu tahayyül ediyorum.

Genel olarak edebiyat ile ilgilenen pek fazla insan yok. Yayıncıma, zarara girmedikleri sürece hâlimden memnun olduğumu söylüyorum.

*Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.