Yürüyüşün adresi: Üçhisar ve Ortahisar

Kalesiyle ünlü olan Uçhisar'da zamanında Hristiyanların yaşadığı bilinmektedir.
Kalesiyle ünlü olan Uçhisar'da zamanında Hristiyanların yaşadığı bilinmektedir.

Nevşehir’e ilk gittiğim detek amacım yürümekti. Bolbol yürümek… Bu yüzden Nevşehir Öğretmenevi’nde elime tutuşturulan kâğıda üstünkörü bakmıştım. Kâğıtta bir gün içinde Nevşehir’de gezilecek belli başlı noktalar belirtilmişti.

Öyleyse başlayalım. İlk gezi noktamız: Uçhisar. İlk şaşkınlığımız da denilebilir buna. Zira bu kadar iç içe toprak ve kaya oyuntularının bir araya gelişini daha önce hiç görmemiştim. Ortahisar daha yüksek diyorlar. Ama ben hâlen Uçhisar’ın zirvesine doğru, şaşkın şaşkın bakıyorum. İnsanlar böyle bir kaleyi neden yapma gereği duymuşlar acaba diye düşünüyorum. Sorduğum kişilerin hepsi de aynı cevabı veriyor: “Tabii ki savunma amaçlı. Bir kale başka ne için olabilir?” Kaleden aşağılara doğru göz atıldığında, üç aşağı beş yukarı aynı yükseklikte ve yine aynı şekilde oyulmuş, odacıklardan oluşan tepeler de görüyorum. Demek ki diye düşünüyorum, bu tepeler sadece insan yapımı değil. Rüzgâr da bu küçük küçük odacıkların oluşumunda etkili olmuş. Ne de olsa kalenin toprağı yumuşak.Tırnakla bile neredeyse kazılabiliyor.Türkiye’nin volkanik dağlarından biri olan Hasan Dağı’ndan püsküren lavlar, yüzyıllar, belki binyıllar boyunca soğumuş; ortaya bu işlenmeye uygun toprak meydana gelmiş. İnsan nasıl bir zekâya sahiptir ki, bu yumuşak toprağı çeşitli şekillerde kullanmış. Onlardan kendine ev yapmış, kale yapmış, yetmemiş çanak çömlek yapmış. Yaşamış yani insanoğlu; her şart ve koşulu lehine çevirmeyi başarmış.

Gizli yollara sahip olan Uçhisar Kalesi, hem gözetleme hem de saklanma amacıyla kullanılmıştır.
Gizli yollara sahip olan Uçhisar Kalesi, hem gözetleme hem de saklanma amacıyla kullanılmıştır.

İnanmayacaksınız ama Uçhisar’ın zirvesine kadar çıktım. Zirvesinde Van Kalesi’nde fark ettiğim yükseklik korkumu yeniden yaşadım. Ama burada korkuluklar vardı. Düşme tehlikesi azdı. Hisarın zirvesinden Kapadokya’nın değişik mevkilerini uzun uzun izledim. Görülmeye değer bir manzara: Mağara evler, büyüklü küçüklü peri bacaları

Gittiğim yıl Nevşehir sakindi. Gözüme çok fazla yabancı turist takılmadı. Bileklik, yüzük aldığım küçük dükkânın sahibi, bundan dert yandı. “Bu yıl turist yok,” dedi. Onu biraz dinledim. Fikrimi söylemeden dükkândan çıktım. Hedefim Güvercin Vadisi’ydi. Evet kaleler güzeldi ama sanki vadiler benim Kapadokya gezimin asıl amacına daha uygundu.

Güvercin Vadisi’nin başlangıç noktasında, seyir terası vardı. Kapadokya’da rastlanacak, bu çok sayıdaki seyir teraslarının tamamında, çay içilebilecek küçük kafeteryalar, hediyelik eşya satılan küçük dükkânlar vardır. Ve seyir teraslarının tamamında, az daha olsa hareketlilik dikkat çeker. Kayseri ve devamındaki şehirlere doğru yolculuk yapan birçok araç, bu noktaları dinlenme tesisi gibi kullanır.

Dururlar, yolculuklarına yarım saat mola verirken, Kapadokya’nın farklı bir noktasını izlerler, bol bol fotoğraf çekerler.

Seyir noktasından Güvercin Vadisi’ne inip, keçi yollarından ilerlemeye başladım. Evet ağaç, evet kuş sesleri, evet bir de kayalıklardaki güvercin yuvaları… Niye bu kadar çok güvercin vardı acaba buralarda? Sebebini, sonradan öğrenecektim: Güvercinlerin gübresi çok kıymetliymiş. Ve bu kayalar, halk arasında bir nevi paylaşılmış. Zaman zaman güvercin gübreleri toplanıp, tarımda kullanılıyormuş. İhracat yapıldığı bile söyleniyor. Benim ilgimi çeken ise, daha çok vadideki sessizliğe ayrı bir atmosfer kazandıran, güvercinlerin kanat sesleriydi. Farklı bir atmosfer içindeydim, fakat yine de itiraf etmek gerekirse, bir eksiklik vardı. Bir eksiklik ya da fazlalık vardı ki kendimi vadiye bırakamıyordum.

Bırakamamamın sebebi, Güvercin Vadisi’nin Uçhisar’a yakınlığı, vadi boyunca çilek, salatalık, domates, biber yetiştiriciliğinin yapılmasıydı belki de. Arada vadinin üst tarafından duyduğum karışık insan sesleri de sık sık kendime gelmeme sebep oluyordu. O yüzden kısa süren vadi yürüyüşümden sonra ümitsizliğe düşmüştüm. Olmayacaktı; başka seslerin dikkat dağıtıcılığına maruz kalmadan mesela bir çalılığın uğultusunu, bir ağacın yaprak hışırtılarını dinleyemeyecektim.

Ama Ortahisar’a geldiğimde, kaybolmaya başlayan ümitlerim yeniden canlandı. Ortahisar’ın zirvesine kadar tırmanamadım, zira gerçekten çok yüksekti ve zirvesine çıkılması için yapılmış merdiven ve korkuluklar bakıma alınmıştı. Ben bu korkuluk ve merdivenlere güvenerek, tepeye tırmanamazdım. Tırmandığım yer bile yükseklik korkumun yavaş yavaş kalp atışlarımı hızlandırmasına yetmişti. Ama ilginçtir, gençler, benim taşıdığım korkunun yüzde birini bile duymadan, kayalardan tırmanıyor, artık kopmak üzere olan korkuluklara tutunmadan zirveye ulaşıyorlardı. Bir genç, “Abi yardım edelim mi?” diye sordu. “Ben oraya çıkarsam, geri inemem,” diye cevap verdim. Başka bir genç, “Abi sen merak etme, sırtıma alır, yine de indiririm,” dedi. Epey gülüştük. Gençleri sevmiştim. Genel olarak Nevşehirlilerle zaten anlaşamadığım bir konu olmamıştı. Sorduğum sorulara, cevap alıyordum.

En belirgin yapısı Etiler zamanında oyulmuş, 1200 m rakımlı 86 m yükseklikteki Ortahisar Kalesi'dir.
En belirgin yapısı Etiler zamanında oyulmuş, 1200 m rakımlı 86 m yükseklikteki Ortahisar Kalesi'dir.

Ortahisar’da dolaşmaya başlayınca, Güvercin Vadisi’nde yitirdiğim zamana üzüldüm. Ortahisar, Uçhisar’a göre daha geniş bir yerleşim alanına sahipti. Burada daha çok otel, kafeterya, çay bahçesi, lokanta, hediyelik eşya dükkânı vardı.

Saatlerce yürüdüm Ortahisar’ın dar yollarında. Hisardan aşağıya doğru inince, farklı büyüklüklerde yine mağara evler, kiliseler, bu sefer ekilip biçilmeden, doğal hâliyle kalmış uzun bir vadi gördüm. Ortahisar’da anlamıştım: Kapadokya’nın dört tarafında Uçhisar ve Güvercin Vadisi’nde gördüğüm kuş yuvaları, mağara kiliseleri, evleri, peri bacaları vardı. Göreme, Ürgüp ve Avanos’ta da benzer yapılarla karşılaşacaktım. Tabii Ürgüp’teki türbe ve camileri bu çeşitliliğe eklemek lazım. Sonra Avanos’taki geniş ve sakin akan ırmak Kapadokya’nın ayrı bir rengini oluşturuyordu.

Ortahisar’da rast geldiğim bir amca, benim yabancı olduğumu fark ettiğinden olsa gerek, boş boş gezme dercesine “İleride eski bir kilise var, onu görmelisin,” demişti. Onun gibi onlarcasını görmüştüm. Peki, neden bu kadar kilise vardı Kapadokya’da? Bu kiliseleri kimler yapmıştı? İnançları neydi? Nevşehir gezimden sonra birkaç tane Kapadokya’ya dair kitap okudum. Bu sorularımın hiçbirine tatmin edici cevap bulamadım. Gerçekten, bu küçücük mağara kiliselerine kimler, neden, nasıl bu resimleri yapmışlardı? Putperest Roma ordusundan kaçan, tevhit inancına bağlı Hristiyanlar mıydı bu kiliselerde ibadet edenler? Evet, bu olabilir. Olmayabilir de. Tespit edebildiğim kadarıyla Kapadokya’da iki çeşit kilise yerleşimi vardı. Birincisinde, birbirine yakın, beş on ikisinin anca sığacağı kiliseler. İkincisindeyse, ulaşımı zor, uzak kiliseler. İkincisini tahmin etmek kolay; çileci, inzivaya dikkat eden keşişler buraları kullanmış olmalı. Birinci türden kilise oluşumları ise, eski dönemlerde, her ailenin veya kabilenin, ayrı bir kiliseye mensup olduğunu gösterir. Her aile ve kabile, sadece kendi kilisesinde ibadet etmiştir. Öyle olunca her ailenin, kendine özel bir kilise yapması gerekir. Herhâlde böyleydi. Yoksa bu kadar küçük alanda, bu şekilde onlarca kilisenin neden yapıldığı, sanırım açıklanamaz. Mesela Göreme’de kampüs şeklinde tarihi bir oluşumla karşılaşılır.

Orada çocukların ve gençlerin eğitim gördüğü söyleniyor. Yatak odaları, yemek salonları, derslikleri, ibadet yerleri… ayrı ayrı. Mezarlar da vardı bazı odalarda. Bundan da şu çıkarılabilir: Burada eğitim veren kişiler, ölüm ve öbür dünya düşüncesiyle iç içe bir eğitim anlayışı ve dünya görüşü oluşturmuşlardır.

Gelelim benim asıl olayıma. Ortahisar’dan çıkınca, ana yolun karşısına Kızılçukur Vadisi düşüyor. Güneş doğarken ve batarken burası kıpkızıl olurmuş. İsmi oradan geliyor. Halk arasında Kızıl Vadi diye anılıyor. Kızıl Vadi’ye geldiğimde çok yorgundum. Yine de kendimi oranın çekiciliğinden kurtaramadım. Kızıl Vadi’nin bir ucu Göreme’ye çıkıyor. Turistler bu vadiyi yürüyerek Göreme’ye ulaşıyorlar. Benim böyle bir planım yoktu. Arabam Kızıl Vadi’nin girişindeydi, mecburen girişe geri dönmek zorundaydım. Yine de vadiden aşağılara doğru yürümeye başladığımda, Göreme’ye kadar gidip gelebilirim diye düşündüm. İrili ufaklı peri bacalarının yanında duruyor, nefesleniyor ve yürümeye devam ediyordum. Yol boyunca, küçük yönlendirme tabelaları var. Onlar olmasa zaten vadide kaybolmak işten bile değil. Çünkü çok geniş.

Kızıl Vadi’nin engebeli yollarında karşılaştığım turistlerle selamlaştığımı hatırlıyorum. Orta yaşlı iki Japon turistle, çat pat İngilizce bir şeyler konuşarak, bol bol el kol hareketi yapıp, çokça gülüşerek attığım adımları da unutmayacağım.

İki saatin sonunda suyum bitti. Ben de bitmiştim. Bittiğim noktada ismini hatırlayamadığım küçük bir mağara kilisesi vardı. Bu kilise ikinci türden yani münzevi din adamlarının tercih edeceği türdendi. Uzak yerde olduğu için Hz. Meryem, Hz. İsa, havariler, melek resimleri çok zarar görmemişti. Böyle bir noktada soğuk su ve sıcak çay bulmak da harika bir olaydı. Ve orayı harika bir insan işletiyordu. Kızıl Vadi’nin kızıllığını, o genç arkadaşımın bilgelik dolu sözleriyle, anlattığı hikâyeleriyle, yeni demlediği taptaze çayın eşliğinde izlediğim için kendimi çok şanslı hissediyordum. Güneş batmaya başladığında ortaya çıkan kızıllık, vadiye yavaş yavaş yayılıyordu.