“Zeytindağı Çocukları” bu yaz savaşın en sessiz tanıklarını anlatıyor

Hilâl Bayar
Hilâl Bayar

Fotoğrafçı ve küratör Hilal Bayar, “Zeytindağı Çocukları” sergisinin ortaya çıkış sürecinden sahadaki tanıklıklarına, görsel anlatının gücünden fotoğrafın vicdani sorumluluğuna kadar pek çok konuya değindik. “Zeytindağı Çocukları”, yalnızca bir belgeleme çabası değil, aynı zamanda hafızaya, empatiye ve dirence dair güçlü bir çağrı.

Savaş coğrafyalarında çocukları belgelemek, onların sadece mağduriyetini değil aynı zamanda direniş biçimlerini de görünür kılıyor. Sizin objektifiniz bu direniş biçimlerinde öncelikli olarak neye dikkat çekiyor?

: Belgesel fotoğrafları çekiyorsanız ve seçtiğiniz alan insan ise asla estetik kaygınız olmamalı.
: Belgesel fotoğrafları çekiyorsanız ve seçtiğiniz alan insan ise asla estetik kaygınız olmamalı.

Bu çocukların hepsi çok güçlü ve onurlular. Onlarla iletişim halindeyken birçoğunun asla birer savaş mağduru gibi değil de doğal hayatın içindeyken yaşamlarına konuk olmuşum gibi davrandıklarını gözlemledim.

Fakat ölümler bir yana; sağ kalan çocukların, çocukluklarını yaşayamadıklarını görmek çok üzücü. Filistinli çocuklardan 13 yaşında bir kız çocuğunun yakın zamanda Kendi yaşımda hiç arkadaşım yok.cümlesini kurduğunda, buna verecek cevabımın olmaması, hayatta problem ettiğimiz ve direnç göstermek zorunda kaldığımızı düşündüğümüz dertlerimizin aslında ne kadar yavan kaldığı gerçeğiyle bir kez daha yüzleştirdi beni. Duruşları çok sağlam, bu kadarını söyleyebilirim.

Aslında benim çok merak ettiğim bir şeydi o çocukların size kurduğu cümleler. Sergideki 55 fotoğrafı siz çektiniz ve Filistin’deki, Suriye’deki, Ukrayna’daki çocuklarla konuştunuz. Çocuklarla girdiğiniz diyaloglarda -bu çocuğun söylediklerinden başka- herhangi bir fotoğrafa sığmayacak büyüklükte bir söz ve duydunuz mu?

Şüphesiz bütün çocukların her bir cümlesi çok önemli. Bu çocukların her bir cümlesi birer feryat, birer haykırış… Ama beni sözleri, bakışları ve gencecik yaşta uğradığı zulümle çok etkileyen kişilerden birisi Filistin soykırımında sağ gözü kör olan Muhammet’in sözleriydi:Umarım savaşlar biter ve her çocuğun hakkı olan eğitim öğretim hakkı geri gelir…

Bu bütün dünyanın kendisini sorgulamasını gerektiren korkunç bir cümle…

: Gazze’de 70 binden fazla çocuğun açlık sınırında olduğunu ve her gün en az 10 tane çocuğun çeşitli uzuvlarını kaybettiğine şahit oluyoruz.
: Gazze’de 70 binden fazla çocuğun açlık sınırında olduğunu ve her gün en az 10 tane çocuğun çeşitli uzuvlarını kaybettiğine şahit oluyoruz.

Buradan ilerleyelim isterseniz. Sergide bir şey dikkatimi çekti ve sormak istedim. Gazze’de bir çocuğun yaptığı çizimde güneşin yerini dikenli teller almışsa, sizce bu imgeler yalnızca bireysel acıyı mı gösterir, yoksa bir kültürel hafızanın yansıması olarak da okunmalı mı?

Her ikisi de diyebiliriz. Bu soruyla ilgili şöyle bir anekdot paylaşmak istiyorum. “Zeytindağı Çocukları” uzun soluklu bir proje oldu. Türkiye’de yaptığım sergilerden bazılarında kendi çocuklarımızın resimlerini de projeye dahil ettim ve Türkiye’de yaşayan çocukların ağırlıklı olarak mutluluk temalı resimler çizdiğini gördüm. Bu da bana Gazze’deki bir çocuğun kültürel hafızasının bireysel acıya dönüşme sürecinin oluşumunu, o çocukların yaşadıkları travmaları ve bunlardan nasıl beslediğini göstermekteydi. Bir çocuk ne hissediyorsa öyle yaşar…

O hâlde, “çocukların sesi olmak” gibi romantik bir ifade yerine, “onların tanıklıklarına alan açmak” diyebilir miyiz bu sergi için? Tanıklık kavramını nasıl anlamlandırıyorsunuz?

Birleşmiş Milletlerin son resmi rakamlarına baktığımızda şu an Gazze’de 70 binden fazla çocuğun açlık sınırında olduğunu ve her gün en az 10 tane çocuğun çeşitli uzuvlarını kaybettiğine şahit oluyoruz.

Çocuk haklarını savunan fotoğraf sergilerine baktığımızda elbette ki farkındalığın ön planda olduğu görebiliyoruz fakat; belgeselciliğin insanların sadece fotografik olarak değil, sözlü ve fiziki olarak da sesleri olmamız gerektiği kanaatindeyim. Ben o çocukların tanıklıklarına alan açmayı, sosyal sorumluluk ve sürdürülebilir projelerle destekleyerek yapmayı tercih ediyorum.

“Zeytindağı” ismi hem kutsal hem de travmatik bir çağrışım içeriyor. Bu metafor üzerinden serginizin mekânla, inançla ve tarihle kurduğu ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?

“Zeytindağı Çocukları” üzerine düşünülmüş ve karar aşamasında büyük anlam bulmuş bir proje. Sizin de belirttiğiniz gibi hem kutsal hem de travmatik…

Zeytindağı, Kudüs’te Filistin halkı için kutsal olan bir dağ. Zeytin ağacı ise direnişi ve gücü sembolize ediyor. Ben de bu projemde Zeytindağı’na yasalanan tüm dünya çocuklarını hayal ettim. Projenin ana temasındaki görselde; elinde beyaz kuş tutan kız çocuğu ise Filistinli bir kız çocuğu olan Diala’yı temsilen çizildi. Diala çok sevdiği kuşunu evleri bombalanınca kaybediyor. Diala’nın yüreğinden uçup giden o beyaz kuş bütün dünya çocukları için barışı temsil ediyor.

“Zeytindağı Çocukları” sadece fotoğrafları sergilenen çocukların değil; sergileri ziyarete gelen bütün çocukların hikâyesi aslında.
“Zeytindağı Çocukları” sadece fotoğrafları sergilenen çocukların değil; sergileri ziyarete gelen bütün çocukların hikâyesi aslında.

Bu projenin bir de şöyle bir güzelliği var. “Zeytindağı Çocukları” sadece fotoğrafları sergilenen çocukların değil; sergileri ziyarete gelen bütün çocukların hikâyesi aslında. Serginin son ayağının yapıldığı tarihi İshak Paşa Sarayı’nı ele alırsak, sarayı hiç görmemiş çocuklarımız vardı. Onlar için her anlamda büyük bir farkındalık oldu.

Gelen birçok ziyaretçimizden; mekânın atmosferinden tutun, tarihi dokusunda savaş ve göç çocuklarının sessiz çığlığının yankılarını hissettiklerini açık bir şekilde söyleyebilirim.

Biraz da o konuya gelelim. Serginiz son olarak 3-10 Haziran’da İshak Paşa Sarayı’nda yer aldı. Serginin Doğubeyazıt’ta olmasının özel bir sebebi var mıydı?

Bir belgesel fotoğrafçısı, toplumsal özne görevi görmek ve toplumun hafızasını güçlendirmek zorundadır!
Bir belgesel fotoğrafçısı, toplumsal özne görevi görmek ve toplumun hafızasını güçlendirmek zorundadır!

Ben Ağrılıyım. “Zeytindağı Çocukları” projesinin hem Ağrı için önemli bir kültürel miras olan İshak Paşa Sarayı’nda yapılması hem de Kültür Bakanlığı bünyesinde hazırlanması, ülkemizin bu zulme karşı gösterdiği duruş açısından önem arz etmekte. Yaptığım bütün projeleri memleketimde yapmaya özen gösteriyorum. Bunun öncelikli sebebi kırsalda yaşayan çocuklara ve gençlere kültürel faaliyetler konusunda sunulan imkânların yetersiz olması. Bir diğer sebebi ise özellikle kız çocuklarının eğitimine katkı sağlayacak, onlara kendilerini güçlü hissettirecek faaliyetler hazırlamak. 3 Haziran benim, 10 Haziran ise babamın doğum günü.

Küçük bir anekdot: Babam bir öğretmen olarak çocuklar için 1996 yılında daha fazla yardım alabilmek için görev üstünde rahmetli oldu. Ben babamdan aldığım bayrağı taşımakla yükümlüyüm. Bu yüzden yaptığım her projenin, seçtiğim her konunun, tarihin ve mekânın benim için bir önemi vardır.

Serginizde ziyaretçilere neyi “göstermek” değil de “hissettirmek” istediniz?

Farkındalık. Dünyada işlenen cinayetlerden en çok etkilenen kişilerin çocuklar ve kadınlar olduğu gerçeği, göç eden halklara ve mültecilere karşı toplumsal ve eleştirel yaklaşımlar konusunda empati duygusunun geliştirilmesi, hassasiyet…

Savaş coğrafyalarında, fotoğraf makineniz ile bir çocuk göz göze geldiğinde neler hissettiniz? Bir gözünüz makinenizde ve çocukta iken kapalı olan gözünüzün önünden neler geçti?

The Secret Life Of Walter Mitty filminde çok sevdiğim bir sahne vardı. Görülmesi en zor canlılardan olan kar leoparının aylardır peşinde olan bir fotoğrafçı kar leoparını görünce leoparın fotoğrafını çekmekten vazgeçer ve sadece o ana odaklanır.

Fotoğrafını ne zaman çekeceksin? diye sorulduğunda şöyle der: Bazı zamanlarda çekmem. Eğer o an beni kendine çekerse, yani beni…Şahsen…Kameranın dikkatimi dağıtıp o anı mahvetmesini istemem.Ve böylece o anın içinde kalırım.

Anın içinde kalmak! Sanırım sorunun genel cevabı şartlar ne olursa olsun bu. Gözünüzü ve kalbinizi kapatamadığınız; ânı sadece kendi benliğinize, belleğinize kaydettiğinizde hissettikleriniz.

Acının görselleştirilmesi kimi zaman fazla ajitasyona çevrilebiliyor. Sizin eserleriniz de ise olumsuz bir kare göremiyoruz. Bu ince çizgiyi belirlemek için hangi ilkelere sadık kalıyorsunuz?

Bir belgesel fotoğrafçısı, toplumsal özne görevi görmek ve toplumun hafızasını güçlendirmek zorundadır!
Bir belgesel fotoğrafçısı, toplumsal özne görevi görmek ve toplumun hafızasını güçlendirmek zorundadır!

Benim için çok anlamlı soru bu. Her zaman belirttiğim ve mesleğimde ilke edindiğim bir durum var. Eğer bir çocuğa umut olmak ve toplumun üzerinde duyarlılık oluşturmak istiyorsak, sanatımızı icra ederken; psikolojik süreçlere, toplumsal normlara, kültürel faktörlere; kısacası fotoğraf antropolojisinin alt zeminini oluşturan bütün katmanlara, o hassas çizgiye dikkat etmek zorundayız.

Ben savaş çocuklarını fotoğraflarken onlara yaşadıkları acılar üzerinden nasıl fayda sağlayabilirim kısmıyla ilgileniyorum. Bu kaygılar bazen eğitime destek, bazen de ruhsal iyileşme bazlı olabiliyor. Ayrıca şu an bu projeden bizzat haberdar olan Filistinli çocuklarımız var. Kendileri sürece bu denli dahil olurken ve benimle iletişim halindelerken onların üzerinden prim kasmak her şeyden önce vicdani ve ahlaki yönden doğru değil. Son olarak; tabii ki sahada savaş fotoğrafları çeken meslektaşlarımı bu konunun dışında tutuyorum. Çünkü dünya bugün işlenen vahşete ve soykırıma başkaldırıyorsa eğer bu medyanın gücü sayesindedir.

Belgesel fotoğrafın “gerçekliğe sadakat” iddiası ile estetik kompozisyon arasındaki gerilimi nasıl yönetiyorsunuz?

Bana göre belgesel fotoğrafları çekiyorsanız ve seçtiğiniz alan insan ise asla estetik kaygınız olmamalı. Şartlar ne olursa olsun gerçekliğe koşulsuz şartsız sadık kalmak zorunda oluğunuzu unutmamalısınız.

Gerilimi doğru yönetmenin en etkili anahtarı ise süreçlere olan yaklaşım şekliniz oluyor. İnsanlara güven verdiğiniz ve fotoğraf makinesinin sadece bir belgeleme aracı olduğunu kabul ettiğiniz sürece hem gerçekliğe sadık kalıyor hem de krizi fırsata çevirebiliyorsunuz.

Sizce bugünün fotoğraf sanatçısı yalnızca bir gözlemci mi, yoksa aktif bir toplumsal özne mi olmalı? Fotoğrafın politik bir fail olabileceğine inanıyor musunuz?

Bugünün fotoğraf sanatçıları daha doğrusu belgeselciler üzerinden konuşacak olursak, Türkiye’de geleneksel anlamda çok fazla özgün çalışmalar yapıldığını düşünmüyorum. Çok fazla tekrar var, aynı düzende seyreden projeler… Bir belgesel fotoğrafçısı, toplumsal özne görevi görmek ve toplumun hafızasını güçlendirmek zorundadır!

Diğer taraftan fotoğrafın politik bir fail olduğu yadsınamaz bir gerçek. Görsel tüketimin inanılmaz düzeyde çoğaldığı bir çağdayız. Bir fotoğrafın insanları saniyeler içerisinde etkisi altına aldığı ve aynı hızla yok olduğu bir dünyada politika ve siyasetin içerisinde yankılanan fotoğraflar, bana göre gösterilen gerçeklerin en büyük failleridir.

*Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.