Avrupa’nın derin uykusu

Dünyamız yüz yıl sonra jeopolitiğin güçlendiği bir döneme 2019 yılında giriş yaptı.
Dünyamız yüz yıl sonra jeopolitiğin güçlendiği bir döneme 2019 yılında giriş yaptı.

Avrupa’nın dünya tarihine yön veren 200 yıllık egemenliği sona mi eriyor? Çin yeniden yükselirken, Avrupa tarih sahnesindeki belirleyici rolünü yitiriyor mu? Avrupa birliği, küresel gelişmelere dair etki gücünü ve söz söyleme kabiliyetini kaybetmeye doğru mu gidiyor? Brüksel’de alınan kararlar, neden Avrupa’nın diğer başkentlerinde duvara çarpıyor, dikkate alınmıyor? Bugün bütüncül bir Avrupa siyasetinden bahsetmek mümkün mü? Brexit ne gibi sonuçlar doğuracak? Avrupalı liderler, imparator Neron gibi Roma yanarken olup bitine izlemekle mi yetiniyorlar? 2020’de küresel siyaseti ilgilendiren meseleler arasında ‘quo vadis avrupa?’ sorusu, listenin üst sıralarında yer alıyor.

Avrupa’da akil liderlerin sonuncusu diyebileceğimiz Almanya Şansölyesi (Başbakanı) Angela Merkel’in Eylül ayında Federal Meclis’teki bütçe görüşmelerinde yaptığı konuşma, Avrupa’nın içinden geçtiği sıkıntılı dönemi ve araftaki konumunu göstermesi açısında dikkate değer önemdeydi. Merkel, konuşmasında, “ABD ile Çin arasında artan çekişme ve aynı zamanda Rusya’nın jeostratejik olarak yeniden güçlenmesinin Avrupa için köklü sonuçları var.” diyordu. Bu söz aslında Avrupa’nın jeopolitik açıdan yaşadığı sıkışmaya da işaret ediyordu. Merkel bu önemli konuşmasında Avrupa’nın yaşadığı sancının ve siyasi etkisizliğinin nedenlerini maddeler halinde ortaya koymaktaydı:

-Süper güç ABD’nin ve yükselen ekonomik/askeri güç Çin’in olduğu bir dünyada Avrupa’nın çok taraflılığı kapsayan bir düzen için çalışmalar yapması şart.

-İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden (Brexit) ayrılması Avrupa’yı zayıflatacak.

-ABD Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Avrupa’yı koruma rolü üstlenmeyecek.

-Avrupa dünyadaki ihtilafların çözümünde “ayak izi bırakması” ve çözüm çalışmalarında görünürlüğünü artırması gerekiyor.

-Avrupa’nın teknoloji alanında çağı yakalaması, dijitalleşme çalışmalarını hızlandırılmasını gerek.

-Artan yabancı düşmanlığı ve ırkçılığa karşı “sıfır hoşgörü” gösterilmesi lazım.

Almanya Şansölyesi Merkel, Avrupa’nın küresel alandaki güncel görünümünü yukarıdaki maddelerle yansıttığını söylemek mümkün. Özellikle son 40 yılda Avrupa’nın küresel meselelerde bir siyasi güç olduğunu iddia etmek zor. Avrupa için kullanılan ‘siyasi cüce, ekonomik dev’ tanımı bu dönemi belki de en iyi anlatan çerçeveyi çiziyordu. Evet, Avrupa belki siyasi anlamda gelişmelere yön verme konusunda hiçbir zaman ABD kadar etkili bir güç olamadı ama ekonomik gücünü, taşıdığını iddia ettiği demokratik ve liberal değerlerle harmanlayarak oluşturduğu ‘yumuşak güç’ ile dünyanın diğer bölgelerindeki ülkeler için bir çekim noktası, ‘ilham kaynağı’ olma kabiliyetine sahipti. Avrupa’nın bir ‘barış adası’ olarak kendisini Konumlandırması, milliyetçilik, popülizm ve ırkçılık yerine demokratik değerleri ve insan haklarını önceleyen duruşu, yakın coğrafyasındaki ülkelerin de bu değerleri savunmasını kolaylaştırmaktaydı. Ne var ki son 10 sene de yaşanan gelişmeler, Avrupa’nın ve ulusüstü bir yapı olan Avrupa Birliği’nin yukarıda çizdiğimiz çerçeveden hızla uzaklaştığını göstermekte. Bugün kıtadaki gelişmeler hakkında konuşurken, ‘barış adası’ yerine korumacı güdülerin yükselişini ifade eden ‘Avrupa kalesi’ metaforunun kullanılması yaşanan 180 derecelik dönüşümü bize özetlemekte.

Sert güç in, yumuşak güç out!

Dünyamız yüz yıl sonra jeopolitiğin güçlendiği bir döneme 2019 yılında giriş yaptı. Bu trend 2020’de de devam edecek. Yumuşak güç ve diplomasinin silahlı kuvvetlerle yani sert güçle desteklenmediği hiçbir adımın bu dönemde başarılı olması mümkün gözükmüyor. Yaklaşık 60 yıldır ABD güvenlik şemsiyesi altında, inanılmaz bir ekonomik konfor içinde yaşayan kıta Avrupa’sının bu gerçeği farketmesi ve yaşadıkları rüyadan uyanması oldukça güç oldu. Avrupa için bu sürece, ekonomik alanda düşüş yaşadıkları bir dönemde yakalanmaları ise ikinci bir talihsizlik. İçeride yaşanan ekonomik sıkıntılar ile gelecek kaygısına düşmüş yaşlı bir nüfusu ve seçmen kitlesini, bütçede savunmaya daha fazla pay ayrılması için ikna etmek, Avrupalı siyasiler için oldukça pahalıya patlayabilir. Dahası, ABD, Rusya ve Çin’in askeri güçlerini daha sık kullanmaya başladıkları bir dönemde Avrupa Birliği’nin henüz daha ‘Avrupa ordusu’ fikrini tartışmaktan öteye geçemediği düşünüldüğünde, Brüksel’in, güvenlik kaygılarının öne çıktığı günümüzde çevre ve deniz ötesi ülkeler için aranılan ortak olamayacağı aşikar.

İngiltere ve Fransa gibi ülkeler de bu durumun farkına vardıklarından olsa gerek, biri (Londra) AB’den tamamen çıkmayı ve kendi jeopolitik stratejisini çizmeyi tercih ederken, diğeri de (Paris) başta Ortadoğu ve Afrika olmak üzere askeri gücünü kimi zaman ABD ile birlikte de olsa yansıtmaya başlamış durumda. Fransa’nın bugün Afrika’nın Sahel bölgesinde giriştiği “terörle mücadele” operasyonlarının aslında, dünyaya “askeri gücünü sergileme” çabası olduğunu görmek gerekiyor. Merkel’in yukarıda paylaştığımız “ABD güvenlik şemsiyesinden çıkan bir Avrupa” eğer alternatifini geliştiremezse yakın çevresinde etkin bir siyasi güç konumunu koruması da mümkün değil. Polonya, Macaristan ve Romanya’nın şimdiden Washignton’u Brüksel’e tercih etmesi de zaten bu zayıflıkla yakından ilişkili.

Çok vitesli Avrupa'ya doğru

Küresel siyasette Çin, ABD hatta Rusya’nın gerisinde kalan, iç siyasette birbiriyle ilişkili, kısa dönemde çözülemeyecek, acil ve kritik sorunlarla boğuşan, ekonomik alanda dijital ekonomiye geçişi henüz sağlayamamış, teknolojik rekabette üstünlüğünü kaybetme tehdidiyle karşı karşıya kalan Avrupa, demokrasi, insan hakları ve liberal değerler konusunda da çekim merkezi olma hüviyetini her geçen gün kaybediyor. Yukarıda kabaca çerçevesini çizmeye çalıştığımız bu resimde, Avrupa’nın siyasi bir güç olarak hem çevresindeki hem de küresel alandaki gelişmelere nüfuz etmesini beklemek oldukça zor. Bugün, Brüksel bir bürokratik bataklığı andırırken, AB üyesi ülkelerin gerçekte Birliğe ne kadar bağlı olduğu da tartışmalıdır. ABD ve Çin’in bazı Avrupa başkentlerindeki etkisinin Brüksel’den çok daha fazla olduğu bir gerçek. Son olarak İtalya’nın Berlin ve Paris’in tüm tepkisine rağmen Çin ile imzaladığı anlaşmalar da Avrupa Birliği adlı kurumun gücünün her geçen gün solduğunu göstermekte. Öncelikleri farklılaşan Avrupa devletleri için Brüksel bir çare olmaktan ziyade ayak bağı olarak görülmeye başlanmış durumda. 2020 yılında İngiltere’nin Brexit sürecini tamamlamasıyla, Avrupa Birliği’nin çok vitesli olarak adlandırılan bir yapıya geçme ihtimalinin de arttığı görülmekte. Avrupa iç meselelerine doğru cevaplar üretmedikçe, küresel alanda aktif ve sözü dinlenen bir aktör olması da mümkün olmayacak.