Bir kent kaçağının permakültür yolculuğu

Kurtsan Holding Yönetim Kurulu Başkanı, KAGİDER'in (Türkiye Kadın Girişimciler Derneği) kurucularından Meltem Kurtsann.
Kurtsan Holding Yönetim Kurulu Başkanı, KAGİDER'in (Türkiye Kadın Girişimciler Derneği) kurucularından Meltem Kurtsann.

Çok çalışkan, çok disiplinli, çok programlı… Sistem insanı, planlama kapasitesi yüksek. İşine, kadın kimliğine, doğaya duyduğu sevgiyi tartışmıyorum bile… Hep ‘ilk’lere imza atıyor. Türkiye Kadın Girişimciler Derneği'nin (KAGİDER) fikir annesi, kurucusu. Üstelik koltuk sevdalısı değil, devretmeyi biliyor, makamları kartvizit olarak kullanmıyor.

Meliha Okur ve Meltem Kurtsan.
Meliha Okur ve Meltem Kurtsan.

Endüstriyel tarıma direnen ‘permakültür’ gönüllüsü. Yönettiği Kurtsan Holding’i çekinmeden profesyonel kadrolara teslim edecek kadar özgüvenli. Holding patronluğundan ekolojik yaşam için yeni bir yolculuğa çıkmayı göze alacak kadar cesur. Meltem Kurtsan’ın doğal yaşam imtihanından ders çıkarmalıyız.

Babası, annesi, kendisi, kızkardeşi eczacı. Bitkilere, doğaya, sağlıklı yaşama duyduğu sevginin özünde de bu yatıyor. Otacı A.Ş. Kurtsan İlaç ve Kurtsan Medikal ortaklarından Meltem Kurtsan’la hiç para konuşmadan, dünyayı, küresel kapitalizmi, insan sağlığını, gıda güvenliğini ve geleceği konuştuk.

Bir kent kaçağı, tarım gönüllüsü. İflah olmaz hikâyesini yerinde dinlerken, korkunç darbe kalkışmasını da, darbecilerin yarattığı korkuyu da birlikte paylaştık.

Sizi İstanbul’dan Bodrum Gökçebel’e taşıyan iç sesiniz mi?

Buranın hem doğası güzel, hem havası… Ben şehir ve köy hayatının bir arada olduğu bir yerde yaşıyorum.

Bodrum’da boş bir tepe, şaşırdım!

Değerli sayılan deniz manzarası burada yok. Manzara gören tepeler evlerle doldurulmuş. Bulunduğumuz yer hem vadi, hem de vadi gören bir arazi. Kendiliğinden yetişen çok çeşitli ve zengin bitki ve hayvan türlerine sahip. Buranın arkeolojik adı ‘Termili.’ Termal sular varmış. Şimdi Gökçebel.

Ekmek müthiş, buğdayın cinsi?

Siyez… Bandırma’daki fabrikamızın etrafında ihtiyaç fazlası olan ve gelecekte genişleme alanı olarak kullanacağımız araziler var. Oradaki boş arazileri ekiyoruz, biçiyoruz.

Kara Kılçık yok mu?

Fabrika müdürümüzün söylediğine göre bu sene iki çeşit buğday ektik. Kara Kılçık ve Siyez. Organik üretimde yabani otlara karşı bir zirai mücadele yapılmıyor. Tek tek ayıklanıyor içindeki otlar. Bu sene Siyez toprağından hiç yabani ot çıkmamış. Ayıklamaya gerek olmamış.

Evimizin iki değerli antikası sizde demek ki, yerli tohuma nasıl ulaşıyorsunuz?

Benim perma kültür network aracılığım kanalıyla. Sonra elimizdeki tohumu çoğaltıyoruz. Bir sonraki sene de onu kullanıyoruz.

500 yıllık zeytin ağaçlarınıza hayran kaldım…

Çok ağaç ektim, yani yetişmiş zeytin ağacını yeniden ektim. Kırk ağacı kamyonla getirdim. İlk yaşlı ağacı aldığımda sanki babaannemi evlat ediniyormuşum gibi geldi…

Ursula K. Le Guin “Yerdeniz Üçlemesi”ne taşıdınız beni…

Öyle mi? Vinçlerle geldi 500 yıllık ağaçlar. Zeytin öyle ulvi bir ağaç ki, bakın, tekrardan sadece bir kök. Kök değil bir gövde. Yaprağı yok, hiç kökü yok. Ekiyorsunuz, suluyorsunuz, 500 yıllık ağaç tekrar büyüyor. Gördüğünüz ağaçların bir kısmı 500, bir kısmı 100 yıllık.

Fatih Sultan Mehmet döneminde ekilmiş kaç ağaç var?

Böyle büyük 7-8 zeytin ağacı vardı bahçede. Satın aldıklarımla sayıyı 100’e çıkardım. Ağaçlara bakınca babaannemi evlat edinmiş gibi hissediyorum.

Yaşadığınız yer kaç dönüm…

17 dönüm. Burası bir üretimhane. Salçanızı yapıyorsunuz. Zeytininizi topluyorsunuz, salatalıklar fazla çıkınca turşunuzu kuruyorsunuz. Bir sonraki yıl için de tohumlarınızı topluyorsunuz

Peki, Meltem Kurtsan kimdir?

Eczacı bir babanın iki kızından biri. İstanbul’da dünyaya geldim. Annem İzmirli çok çalışkan, okuma aşkıyla yoğrulan bir kadın. Babamın evlenme teklifini, “okursam ancak evlenirim” diye kabul etmiş. Biz iki kardeş ilkokula başlayınca annem de üniversiteye başladı. Babam, “bari eczacı ol bana yardım et” dedi.

Eczane neredeydi?

Kocamustafapaşa’da. Eczanesinin laboratuvarında ufak ufak ürünler üretirdi. Parasız yatılı okumuş, göçmen çocuğu. Üretime, aldığı ilaçların parasını ödeyebilmek için başlamış. Kurtsan İlaç’ın temelleri böyle atılmış. Babam 1955’te mezun olmuş. Bu tarih başlangıç noktamız.

Kurtsan’ın resmi kuruluş tarihi?

1969… Sirkeci’de Kurtsan Laboratuar olarak kuruldu. Babam evlatlarını ve karısını insan kaynağı olarak gördü hep. Ve biran önce de bizi yardıma gelmemiz için motive etti, “eczacılık okuyun” dedi. Okul birincisiydim. Tıp okumak istiyordum, babam bir şekilde beni ikna etti. İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden mezun oldum. Aynı yıl evlendim. İki oğlum oldu. İş, çocuk, ev böyle 10 sene geçti.

Otacı ne demek ?

Öz Türkçe bir kelime. 11. YY'da Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügat-it Türk kitabında yer alıyor. Hem doktor, hem eczacı, hem şaman büyücüsü olan bir kişi…

İsim babası babanız mı?

Babam bitkisel ürünlere ve tarihe meraklıydı. İsmi buldu. Tescil ettirdik. O dönemde eczane de devam etti. Hâlâ çalışıyor ve annem başında.

Hangi kriz Otacı’yı yarattı?

Vicks pastil krizi…

Vicks’i kim üretiyordu?

O yıllarda Eczacıbaşı, Kent Şekerleme Fabrikası’nda üretiyordu Vicks’i. Sağlık Bakanlığı dedi ki, “Bunu Kent Şekerleme’de üretemezsiniz, ilaç fabrikası yap.” Eczacıbaşı için şeker fabrikası açmak fizibıl değildi. Dolayısıyla babamın iş zekası, girişimcilik ruhu derken biz, bir niş alanda kendimize böyle bir alan yarattık.

Ailemizin ilacını yarattınız...

Rahmetli babam “Ben, doktor yazdığı için değil, insanlar beğendiği ve şifa bulduğu için ürünlerimi alsınlar istiyorum” derdi.

70 sente muhtaç olduğumuz yıllarda başka hangi ürünler çıktı?

İkinci ürün Otacı bitkisel şampuandı. Yenilikçi bir üründü. “Bitkisel şampuan” demiştik. Herkes “Nasıl yani, bitkileri yıkamak için mi” falan diye soruyordu. Sonra granül çaylara girdik, beğenilmedi, piyasadan kaldırdık. Otacı bitkisel sabunları yapmaya başladık. Derken kozmetik serisi genişledi. Simdi masaj yağı var, şampuan, saç bakım ürünleri, saç tonikleri, saç bakım yağları, vücut bakım yağları…

Fabrika neredeydi?

İlk üretim yeri Sirkeci’de bir hanın en üst katındaydı. Yetmeyince 1984’te Merter Keresteciler Sitesi’ne yerleştik, hızlı büyüdük.

Şirkette yöneticilik yapmak sizi mutlu etti mi?

Yöneticilikte kendimi yeterli görmedim bir türlü. Kendi kendime pratikten yöneticiyim, acaba okullarda ne öğretiliyor, diye merak ettim hep.

Gözünüze hangi okulu kestirdiniz?

Aklımda Harvard’a gitmek vardı. 1997’de gittim. Harvard’da mahcup olmayayım diye bir sene boyunca hafta sonları İşletme İktisadi Enstitüsü’ne gidip yöneticilik dersleri aldım.

Harvard’da hangi programı okudunuz?

Sahip/Başkan Yönetim Programı. Sadece iş sahipleri için düzenlenmiş mini MBA. Aynı grupla üç yılda, üç haftalık çok yoğun bir program.

Size ne kazandırdı?

Dünyanın dört bir yanından gelen 150 kişiydik. Program olaylar üzerine kurulu. Size, başka şirketlerin hikâyeleri anlatılıyor. Yorum soruyorlar. Aslında oradaki insanların geldikleri ülkenin davranış biçimlerini görüyorsunuz.

Örnek verir misiniz?

Sizi gruplar içine koyuyorlar ve birbirinizle fiyat pazarlığı yaptırıyorlar, örnek bir ürün üzerinden… Mesela Rusların “hıhı” demesi “bir anlaşma yaptık” anlamına gelmiyor. Araplar o kadar pazarlıkçı ki fiyatı düşürüyorlar ve sen mecburen onlara çok düşük fiyat vermek zorunda kalıyorsun. Halbuki hocanın dediği şu; “herkes kazanacak, kazan kazan” olması lazım. Yani başarı demek karşındakinin fiyatını en düşüğe düşürtmek değil.

Dünya Ekonomik Forumu’nda global liderlik, hangi yıldı?

Beni 1999’a Davos’a öneren şeker fabrikaları olan Hintli bir kızdı. Teklifi aldığımda ne olduğunu anlayamadım bile. “Siyasi bir şey herhalde, ben de ne liderim, ne bir şeyim, ne işim var orada?” dedim. Hindistan’daki arkadaşım beni aradı. “Çabuk teklifi kabul et, gidiyorsun” dedi, gittim.

Bu deneyim ne öğretti ?

Kendi küçük dünyamdan çıktım. Birden bire çok büyük bir dünyaya girdim. “Ben kimim” noktasından “neler oluyor bak” noktasına geldim. Dünyaya karşı, olaylara karşı farkındalık arttı.

Kadın girişimcileri nasıl örgütlediniz?

Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu var. 2002’de Türkiye’den birkaç kadına yılın girişimcisi ödülü verdi. Biz, 4-5 kişi Birleşmiş Milletler’e gittik. Bir baktık ki, gelen her ülkenin bir derneği var. “Aaa” dedik, “Acaba Türkiye’de böyle bir dernek mi yok?” Milliyet’ten gelen bir gazeteci arkadaş, “Siz de artık bir dernek kurarsınız” dedi. Öyle bir kulağımda kalmış o benim. Kuruluş öyküsü bu.

TÜSİAD üyesi misiniz?

İSO üyesiydim. 2002’de BM’de yaşadığımız olay sonrası gittim, TÜSİAD’a üye oldum. Erkut Yücaoğlu başkandı. Bana, kadın-erkek yürüyüşüne doğru bir rapor hazırlattı TÜSİAD. Bir çalışma grubu kurmak istiyordu. Beni de başkan yapacaklardı. O zamana kadar kadın, erkek konularıyla hiç ilgilenmemiştim. Benim için hiçbir cazibesi yok.

Ayrımcılıkla hiç tanışmadınız mı?

Kız lisesinde okudum. Kız üniversitesine gittim. İş hayatında hiçbir ayrımcılık görmedim. Benim hayatımda öyle bir boyut, engellenme yok yani.

Raporu okuyunca ne hissettiniz?

Etkilendim. TÜSİAD Kadın -Erkek Çalışma Grubu’nun başkanı oldum. Türkiye’deki kadın derneklerinin köklü bir geçmişi var. Mor Çatı, bir sürü feminist ve cebbar kadın var. Randevu alıp, bize geldiler, maddi manevi destek istediler. Ben de böylece neler olup bittiğini öğrendim. İnsan okudukça duydukça öğreniyor.

Fakat bir iş kadını derneğimiz yok!

Benim çalışma grubum, “Sosyal İşler Komisyonu’na” bağlıydı. Başkan da Şerif Kaynar. Kadın derneği kurulması önerisini yönetim kuruluna Kaynar taşıdı. Yönetim, “Çok güzel fikir” diye destek verdi. 70-75 iş kadını TÜSİAD’a çağrıldı.

Kimler geldi?

Ümit Boyner, Arzuhan Doğan Yalçındağ, Leyla Alaton, Yasemin Pirinçcioğu. Şimdiki kadronun tamamı.

Patronların yanında profesyoneller yok muydu?

"Babamın iş zekası, girişimcilik ruhu derken biz, bir niş alanda kendimize böyle bir alan yarattık."
"Babamın iş zekası, girişimcilik ruhu derken biz, bir niş alanda kendimize böyle bir alan yarattık."

Vardı, konuyu tartıştık. Bize, girişimcilik daha önemli geldi. Kendi işini kurmak isteyen ve hissedar olan kadınlara öncelik verdik. İş sahibi olma şartı getirdik ve elbirliği ile derneği şıp diye kurduk. TÜSİAD 10 bin dolar verdi. “Kendi kanatlarınızla uçun,” dedi. Bir yer kiraladık, evimizdeki eşyaları taşıdık. İki dönem başkanlık sistemini getirdim. Çok güzel oldu. Kadınlar olarak başkanlık yapmayı öğrendik.

KAGİDER’i hiç basamak yapmadınız…

Benim bu işten dolayı bir hedefim yoktu. Politikayı düşünmedim bile.

Başkanlıktan politikaya uçanlara ne diyorsunuz?

Burası bir okul, orada yetişiyorsunuz, insan idare etmeyi, egonuzla mücadele etmeyi öğreniyorsunuz. Başbakanla, Cumhurbaşkanı ile görüşüyorsunuz. BM’ye gidiyorsunuz. İnsanlara bireysel gelişim fırsatı sunuyor, iyi bir şey.

Gelelim şirkete. Babanız kaç ürün çıkardı, kaç marka yarattı?

100 tane.

Patentler alındı mı?

Kiminin marka tescili var, ilaçta ilk patenti alan biziz…

Hep özkaynakla mı büyüdünüz?

Prensip. Öyle küçük küçük, borç almazdık, ihalelere girmezdik.Hâlâ kendi yağımızla kavrulan, orta ölçekli, niş ürün yapan bir firmayız. Mevcudu korumaya çalıştık hep. Fabrikayı Bandırma’ya taşıdık, merkezimiz İstanbul. Profesyonel kadroyu destekledik hep.

Kaç yıl başkanlık yaptınız?

10 sene, sonra dedim ki, “Aile fertleri artık başkan olmasın. Bir profesyonel adıma geçelim, kurumsallaşmaya önem verelim.” Öyle oldu. Çocuklarımız başka şirketlerde çalışıyor.

En büyük özelliğiniz?

Oturduğum koltukları bırakabilmem. Kendi şirketimde kendi başkanlığımı bile bıraktım ben..

Bu arada yeniden okula mı gittiniz?

Eczacılık eğitimi bitkilere dayanır… “Otacı” markasıyla ürün geliştiriyoruz. Fitoterapi yüksek lisansı yaptım. 2007’de 5 kişi 1 yıllık bir programı tamamladık.

Ekoloji yolculuğunuz nasıl başladı?

Çocukluğumdan beri doğadayım. Bağ bahçede büyüdüm. Babam, Silivri’deki çorak arazimize ağaç diktirtti bize. Sebzemizi, soğanımızı ektik. Tavuklarımız vardı. Babamın bize aşıladığı bir şey bu, öyle gökten inmedi…

Servetinizi gömmüşsünüz buraya?

Çatalca’da bir arazimiz vardı. Babamı kaybettikten sonra bir nakliye şirketi “Bu araziyi alacağız” diye tutturdu. İki, üç misli fiyat verince sattık. İstedim ki, para yeniden toprağa dönsün Yalıkavak-Gökçebel’i çok beğendim. Bir Keçiboynuzu ağacı gördüm. Aşık oldum. Bir ağaç satın alıyorum dedim, aldım.

Köylülerden mi aldınız

İlk arazi karısı Türk bir Alman'ındı. Bir iz vardı burada, bir yaşanmışlık izi. “Zeytinli ve incirli” diye geçiyordu arsanın özelliği. Bütçemi de aştı, annemden borç aldım falan…

İkinci arazi kime aitti?

Bir İngilize… Sınırları ölçtürttüm, duvar örüyorum duvarın ortasında benim beğendiğim ağaç, yarısı ben de, yarısı öbür parselde… Tarabya’daki evimi sattım. Hollandalı'ya ait üçüncü parseli de aldım.

Yurdum toprağını birleştirmişsiniz?

Birleştirdik. Burada bir gıda ormanı kuruyorum. Doğası güzel, sebzem yetişiyor. Benim şu arazide süs bitkisi yok, aromaterapi var, bir tek begonvil ektim, Bodrum’un simgesi diye. Meyve ağaçları, badem ektim, narenciye bahçesi yaptım.

Permakültür nedir?

Araziyi işleme sanatı ve her türlü doğal kaynağı kullanmak. Bir kaynağın girdisi, birinin çıktısı. Bu şekilde toprak verimli hale geliyor.

Kim ders verdi?

Permakültür kurucusu Avustralyalı Bill Mollison. 90 yaşında. Türkiye’ye geldi, üç hafta eğitim verdi, ben de katıldım. Ondan bir yıl önce de Şili’den Agustin Sariego Spelveda ve Emet Değirmenci’den uygulamalı ders aldım.

Permakültürde tavuk niye önemli?

Yumurtasından, tüyünden, etinden faydalanıyoruz. Çöpleri öğütüyor, gübre yapıyor. Serayı ısıtıyor. Akrep, böcek, yılan her şeyi yiyor. Şu an 30 tavuk, üç ördek, dört kaz, iki köpek var. Anadolu Çoban köpekleri Pamuk ve Paşa koruyor bizi.

Evinizde boya, sıva yok, özelliğini anlatır mısınız?

Prefabrik bir ev, çelik, ahşap, camdan oluşuyor. Ahşabın üzerine böcek, kurt önleyici arap sabunu sürdük. Ev katkısız.

Bir de ekolojik ev var, aradaki fark ne?

Ekolojik ev tamamen ahşap karkas üzerine kurulu, çelik yok. Daha iyi izolasyonlu...İç duvar Ecor’la kaplı.

Nedir Ecor?

1999’ta Harvard’daydım. Döndüğümün ertesinde deprem oldu. Bob diye mimar bir sınıf arkadaşım vardı. “Meltem iyi misin?” diye aradı beni. Bob depremden zarar görmeyecek hafif yapılar geliştirmeye aklını takmış. Kalktı geldi. Gördüğü manzaradan çok etkilendi. Dönünce de her türlü atık malzemeden ürettiği çevreci Ecor ürünlerini geliştirdi. Sırbistan’da da fabrika kurdu.

Geri dönüşüm fabrikasına patronlar para yatırır mı?

Çevreci fonla kurulmuş fabrika. Fonlar var. Yönetimde de Ikea’nın eski CEO’su…

Hisse aldınız mı?

Avrupa Ecor’a ortak olduk. Türkiye’de ekolojik şeyler pek değer görmüyor. Herkes betona, kimyasala, plastiğe koşuyor. Bu ürünler sıfır kimyasal içeriyor.

Ecor, ağaç kesiyor mu?

Ecor, kesilmiş olan kartonları, kullanılmayan ekin saplarını değerlendiriyor.

Arılarınız var mı, kovan sayınız nedir?

Yedi kovanım var. Temizlettim, organik peteklerim hazır. Arılarım yok. Benim alerjim var. Elemanlar Tema- Aydın şubesinden eğitim aldı. Sonbaharda arıları koloni olarak alıp kovana yerleştireceğiz, oğul verecek. Oğulları yakalayıp yeni kovana koyacağız.

Bu arazide, 100 km ötede ilaç yok değil mi?

Yok. Doğal ilaçlar yapıyoruz biz. En büyük formülümüz sarımsak, arap sabunu, acı biber, ısırgan… Bunları karıştırıp, kaynatıp, süzüp püskürtüyoruz.

Size “Etno-botanik” öncülüğü yakışır…

Bir şeyin öncüsü olayım diye hareket etmiyorum. Ayrıca kimyasal ilaç lobisi çok kuvvetli. Etno- botanik bir türlü kocakarı ilacı olmaktan kurtulamıyor.

Otacı aradan nasıl sıyrıldı?

Biz küçüğüz, kimsenin ayağına basmıyoruz. Yani biz kanseri tedavi ediyoruz demiyoruz.

Zenginliği tanımlar mısınız?

İlaçsız toprak, ilaçsız gıda, içecek temiz… En büyük servet bu.