Bir süre tarım toplumu futbolunu izlemeyeceğim...

Ali Saydam.
Ali Saydam.

Uzun yıllardır bir şekilde desteklediğim futbol takımının henüz stadyumu tamamlanmadan aldığım abone kartlarını bu yıl uzatmayacağım. Zaten küfür kıyamet nedeniyle son maçlara artık gitmiyordum. TV’den de nadiren izlemeye başlamıştım… Bir de buna yönetim zaafları eklenince hepten keyfim kaçtı.

Onca para, bin tane dönen dolap, milli takım düzeyine kadar yansımış haset ve tekâmül etmemiş ruh düzeyi beni iyice uzaklaştırdı.

Futbol, ekonomisi yönetilmediği takdirde başarının hayal olduğu, her türlü erdemsizliğin kol gezdiği bir dünya haline geldi.

Hasbelkader İspanya maçını Nice stadında izleme fırsatı bulduğum anlarda bunlar geçti aklımdan bir de rakamlar…

UEFA bu organizasyondan 2 milyar Euro’ya yakın gelir elde ediyormuş. Masrafları ise yaklaşık sadece 650 milyon € olacakmış…

Peki bizim Federasyon ne yapmış? Resmi rakamlar şöyle diyor:

TFF’nin sekiz ana sponsoru, dokuz adet de tedarikçi sponsoru varmış. Bu tedarikçiler takımın her türlü ihtiyacının ücret ödenmeden karşılanmasını sağlamak esasına göre seçilmişler.

Sponsorların kendi tanıtımları için yapacakları harcama dışında TFF’ye nakit olarak 15 milyon TL ödemişler.

Bir de araştırma yapılmış. Turnuvayla en çok ilişkilendirilmiş, yani yatırdıkları paraların karşılığını analog ortamda en iyi hangi markalar almış diye sorulmuş. Sıralama şöyle:

1. Coca – Cola, 2. Adidas, 3. Nike, 4. Carlsberg, 5. MasterCard, 6. McDonald’s, 7. Visa, 8. Heineken, 9. Barklays, 10. Budweiser.

Sosyal medyada şampiyonayı kullanma ve bu bağlamda hatırlanmada ise ilk 10 sıraya şu markaların yerleşmiş olduğu saptanmış:

1. Adidas, 2. Carlsberg, 3. Orange, 4. McDonald’s, 5. Coca – Cola, 6. Hisense, 7. Hyundai, 8. Turkish Airlines, 9. Continental, 10. Socar.

Bu verileri iyice analiz edecek olan iletişim uzmanları kendi markaları hakkında ROİ (iletişim bağlamında yatırımların geri dönüşü) konusunda gerekli analizleri yapacaklardır…

Türkiye’ye gelince… Ülkemizde neredeyse bütün ciddi işletmeler, finansman ve yatırım hesaplarını serbest piyasa ekonomisi kurallarına göre, bilimin ışığında yaparken; UEFA da ülkelerdeki kulüpleri bu hesaplardaki başarılarına göre değerlendirir, hesabını bilmeyen kulüpleri turnuvalara alamayarak cezalandırırken; bizim kulüplerin bazılarınca hâlâ birer ‘sahte itibar yuvaları’ olarak görülmeleri, insanda tahammül sınırlarını zorlayabiliyor.

Bir de bir aldatmaca var ki, tadından yenmez… Kulüplerde sayısız yabancı futbolcu varken; bunlar da profesyonelliklerini öne çıkarıp, renkleri falan bir kenara bırakırken, seyirci bir dizi “takım ve renk ruhu” mavrasıyla hâlâ gaza getirilmekte… Başkan ve bazı yöneticiler bireysel itibarlarını artıracak diye çarpık bir kapitalist anlayış içinde kulüpler çırpınıp durmakta…

Oyunun doğru oynanması halinde nelerin başarılabileceğini aynı kulüpler basketbol ve voleybol takımlarına ve bu alandaki milli takım performanslarına bir bakıp analiz edebilseler, biraz yol alacaklar… Âdeta Türkiye gibiler… Bir yanda ileri bir sistem anlayışı, işletme yaklaşımı, stratejik planlama; öte yanda dambara dumbara gidişat…

Bir yanında tarım toplumuna dayalı feodalitenin, öteki yanında sanayi toplumuna dayalı burjuva üst ve alt yapı anlayışının ve bir başka yanında ise bilgi toplumunun tüm öğeleriyle yaşandığı ülkemizde, futbol bizce bir ayağıyla birinci basamakta diğer ayağıyla da ikincide tutunmak için debeleniyor… Bu üretim ilişkileri için de geçerli, ilişki biçimleri için de…

Bu nedenle işler ekonominin ‘derinliğinde’ düzelene kadar, ikinci ve hatta üçüncü aşamaya geçmiş Voleybol ve Basketbolla seyirci olarak daha çok ilgilenmeye karar verdim…