Huzursuz geçen bir yaz

Dımıtrıos Trıantaphyllou.
Dımıtrıos Trıantaphyllou.

Pek çok probleme ve zorluğa rağmen, çoğumuzun aşı olmuş olmasının evlerimizin güvenli sınırlarından çıkarak “normal” bir yaz geçirmemize izin verdiği bir yazın ortasındayız. Yine de, koronavirüsün Delta ve Epsilon varyantları devletleri hayata yeni kısıtlamalar getirmekle mücadele etmeye zorlarken, fırsat penceresi veya çok ihtiyaç duyulan “nefes alanı” hızla kapanıyor gibi göründüğü için adeta bir balonun içinde yaşıyoruz. Ayrıca, çoğumuzun aşı olmasıyla birlikte, aşıya karşı olanlarla aramızdaki uyuşmazlık büyüyor; bu da temel haklar, sahte haberlerin yayılması ve işyeri dinamikleri konusunda daha büyük toplumsal çatlaklar yaratıyor.

Almanya, Belçika ve Çin’deki ölümcül sel felaketlerinin gösterdiği gibi, içinde bulunduğumuz huzursuz yaz hızlı iklim değişikliğinin bariz etkisi ile daha da şiddetleniyor. Dahası, Finlandiya ve İrlanda tropikal sıcaklığı yaşarken, Kanada’da sıcaklıklar 49 santigrat dereceye ulaştı ve orman yangınları Sibirya tundrası, ABD ve Brezilya’nın bazı bölgelerine yayıldı. Öngörülemeyen bir hızda devam eden iklim değişikliği, atmosferin sanayi öncesi çağdan yaklaşık 1,2 santigrat derece daha sıcak olmasıyla kendini gösteriyor. İklim değişikliğinin hızı ve yoğunluğu, Paris Anlaşması uyarınca dünyanın ısınmasını 1,5 dereceye sabitleme hedefine ulaşılıp ulaşılmayacağı konusunda şüphe uyandırıyor. Başka bir ifadeyle, bilim dünyası ve devletler iklim değişikliğinin zorluklarıyla başa çıkmaya çalışırken, bu konuda yeterince hızlı hareket edip etmedikleri ise sorulması gereken bir sorudur.

İnsan faaliyetlerinin gezegen açısında yarattığı sorunların yanı sıra, savaş ve iç çatışmalardan kaynaklanan ölümler ve insanların yerinden yurdundan edilmesi hız kesmeden devam ediyor. Sözgelimi, yakın tarihli bir BM raporuna göre, 2021’in ilk yarısında Afganistan’da 2009’dan bu yana herhangi bir yılın ilk yarısında olduğundan daha fazla sayıda kadın ve çocuk öldürüldü ve yaralandı. Uluslararası Göç Örgütü tarafından yayınlanan 2020 Dünya Göç Raporu’na göre, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 3,5’ini oluşturan 272 milyon uluslararası göçmen olduğu tahmin ediliyor. Bu rakamlar şimdiden 2050’ye yönelik tahminleri aşmış durumda. Zira 1970’den beri doğdukları ülke dışında yaşayan insan sayısı üç katına çıktı. Çoğu insan daha iyi iş fırsatları aramak için kendi ülkelerini terk ederken, milyonlarcası ise çatışma, şiddet ve iklim değişikliği nedeniyle göç etmek zorunda kalıyor.

Uluslararası Göç Örgütü 2013 yılında dünya çapında göç yollarında ölen insan sayısını takip etmeye başladığından beri, Akdeniz, 2013 ve 2018 yılları arasında yaklaşık 18 bin kişinin hayatını kaybettiği en ölümcül rota olarak kayıtlara geçti.

Dünyanın durumunu muhakeme edip yukarıdaki rakamları yazarken, toplumlar arasında ve içinde büyüyen bölünmeleri düşünmekten kendimi alamıyorum. Aynı zamanda doğanın temel olarak insan faaliyetleri ve insan kaynaklı çatışmalar nedeniyle yardım için haykırmasına, çoğu Batı ülkesinde insanları koronavirüse karşı koruyan aşının bolca bulunmasına ve dünya genelinde 4 milyondan fazla insanın salgında ölmüş olması gerçeğine rağmen, aşıyı inkar edenlerin sayısı azımsanmayacak kadar fazla. Bilim ve tıbbın bizlere korunma ve salgının kurbanı olmaktan kurtulma umudunu verebilme hızı ve bir salgın olup olmadığı konusunda akla gelebilecek her türlü anlamsız teoriye, aşının kötü olduğuna ve 5G mobil teknolojisinin koronavirüsün yayılmasından sorumlu olduğuna inananlar arasındaki ikilem son derece sinir bozucu olup, toplumsal bütünlüğe zarar vermekte. Böylesine bir inanç [yaygınlığı bakımından] salgının da ötesine geçtiği için etkili bir şekilde ele alınması gerekiyor. Bu, çoğumuzun okuduklarımızı titizlikle seçmemize, halihazırda bildiğimiz şeylerin daha fazlasını görmemize ve daha fazla alternatif bakış açısı görmemize olanak tanıyan sosyal medyanın büyüttüğü sosyal balonlarda yaşadığımız gerçeğini gösteriyor. Başka bir ifadeyle, birimizin sosyal balonu veya çevresindekiler yanlış bilgi ve dezenformasyonu paylaştığında, buna inanmamız ve paylaşmamız da daha olasıdır.

Demem o ki, bizler için, ya da en azından benim için huzursuz geçen bu yaz anormallikten ziyade norm haline geliyor. Salgınların, iklim değişikliğinin, savaşların ve iç savaşların dehşet verici sonuçları büyüdükçe, birçoğu sosyal medyanın her şeyi bilen gerçekliği tarafından şekillendirilen sosyal çevrelerimizde rahatlık arama eğilimine giriyoruz. Ve ne yazık ki aldatıcı konfor alanlarımızı tercih ettiğimiz için, artan küresel zorluklar karşısında tutarlı düşünmeyi ve kendimizi riske atma pahasına onları ele alma noktasında harekete geçmeyi reddediyoruz. Bu durumun hızla değişmesi gerekiyor.