İki yüzlülüğün ölüm tarlaları

Dimitrios Triantaphyllou-Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı.
Dimitrios Triantaphyllou-Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı.

Ekim ayı başında The Wall Street Journal “Halep Obama’nın Saraybosna’sıdır” başlıklı güçlü bir makale yayımladı. Halep kuşatması sürerken ve ufukta herhangi bir çözüm görünmediği bir dönemde global medyada çıkan ne ilk, ne de son makaleydi bu.

Müzakere masasında ne zaman bir uzlaşma belirse, oynak parçaların yerine oturması o kadar imkansız hale geliyor. Saraybosna’ya yapılan atıf, Şubat 1992 ile Nisan 1996 arasında 1,425 gün süren Sırp kuşatması sırasında verilen 5,500’ü sivil olmak üzere toplam 14 bin kişilik kayba işaret ediyor. Saraybosna aynı zamanda uluslararası toplumun yaşananları durdurmak için çok fazla çaba göstermemesi ile de ünlüdür. Bunun bir nedeni de BM’ye bağlı Mavi Miğferlilerin kendilerine yönelik bir saldırı olması halinde karşılık verme hakkı olmasına rağmen, gözlerinin önünde sivillere yönelik ihlallere şahit olsalar dahi müdahale etme yetkilerinin olmamasıydı.

Halep için savaş Temmuz 2012’den beri sürüyor ve şimdiye kadar 30 binden fazla kayıp yaşandı. Saraybosna ve Halep, kendi ülkelerinin en büyük şehirleri ve hem kültürel çeşitlilik, hem de farklı inançların bir arada yaşadığı bir yer olarak biliniyorlardı. Ancak yakın tarihin her iki şehre de pek iyi davranmadığı açık.

Halep, uluslararası toplumun soğuk savaş sonrası söyledikleri ile yaptıklarının birbirini tutmadığının bir başka göstergesini oluşturuyor. Oysa BM’nin 2005 yılındaki zirvesi sırasında onaylanan R2P ya da Koruma Sorumluluğu doktrini savaşın yıkıntılarını artık geride bırakma amacı taşıyordu. Bu doktrin ile 1990’ların Bosna ve Ruanda’daki ölüm tarlaları bir daha tekrarlanmayacaktı. Koruma Sorumluluğu Doktrinine göre ülkelere vatandaşlarını savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, soykırım ve etnik temizlikten korumak için temel bir sorumluluk yüklerken, uluslararası topluma da bunlar yerine getirilmediği takdirde harekete geçme yetkisi veriyordu.

Bu doktrin daha önce Güvenlik Konseyi tarafından Fildişi Sahili savaşında (2011) ve Güney Sudan’da (2011) çalıştırılsa da, benzer çatışmalar yaşanan Güney Yemen, Orta Afrika Cumhuriyeti, Libya ve şimdi de Suriye’de gündeme gelmedi. Aslında Rusya kendi işgalini meşrulaştırmak için Ağustos 2008’de Gürcistan, Mart 2014’te ise Kırım için bu yola başvurdu. Libya için Güvenlik Konseyi’nin verdiği 1970 ve 1973 sayılı kararda doktrinin ilk bölümünden (ülkelerin kendi vatandaşlarını koruma yükümlülüğü) bahsedilirken, uluslararası toplumun müdahale sorumluluğuna ise değinmiyordu.

Suriye meselesinde ise uluslararası toplumun ikiyüzlülüğü yeni bir zirveye ulaştı. Hala şiddete ve yıkıma son verecek bir uzlaşma yok ve devletler kendi politik çıkarları doğrultusunda hangi soruna müdahale edeceklerine karar veriyorlar. Böyle yaparak BM’nin de yetki ve gücünü sınırlıyorlar. BM, II. Dünya savaşından sonra barış ve istikrarı sürdürmek, zayıf ve korumasız olanları korumak amacıyla kurulmuştu. Halep ve Suriye’de savaş giderek şiddetlenirken, dünyanın büyük güçleri arasında ise Güvenlik Konseyi’nde bir vetodan kaçınmak ve daimi temsilciler arasındaki ayrımı daha da büyütmekten kaçınma mücadelesi veriliyor.

Suriye’deki savaş daha da derinleşirken ve Halep de daha büyük bir gayya kuyusuna dönüşürken bizim de ikiyüzlülüğümüzle yüzleşmemiz gerekiyor. ABD’yi ve diğer global güçleri, sorumluluklarını yerine getirmedikleri için suçlamak kolaya kaçmak olacaktır. Ancak asıl yapılması gereken Daimi Beşlere baskı yaparak Koruma Sorumluluğu doktrininin hayata geçirilmesi ve uluslararası toplumun Suriye vatandaşlarını savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, soykırım ve etnik temizlikten korumak için harekete geçmesini sağlamaktır. Sonuçta R2P doktrinini 2005’te BM’nin 193 üyesinin tümü birden kabul etti. Sözlerin ötesine geçmek bu vakada diğer örneklere göre daha zor görünüyor.