Korumacılık mı serbest ticaret mi: Kalkınma için hangi yol daha adil?

Günümüzde dış ticarette korumacılık tartışmaları son yıllarda özellikle ABD ve Çin arasındaki ticari gerilimler ile tekrar gündeme gelmişti. Çin’in dış ticarette haksız rekabet avantajı elde ettiğini öne süren ABD; Çin menşeili belirli ürünlere ek gümrük vergisi getirmiş, Çin de bu duruma misilleme olarak ABD’den ithal edilen bazı ürünlere ek gümrük vergisi koymuştu. Serbest ticaret anlayışına ters olan bu uygulamalar ülkelerin çıkarları gereği korumacı politikalar uygulayıp uygulamayacağını sorgulattı. Ekonomistler ise korumacı yaklaşımların serbest ticarete ve genel anlamda ülkelerin refahına olumsuz etki ettiğini ifade ediyor. Aslında tartışmalarda bahsi geçen korumacı ticaret politikaların geçmişi ülkelerin kalkınma perspektifi ele alındığı takdirde oldukça eski bir tarihe dayanıyor. Öyle ki günümüzdeki gelişmiş ülkelerin neredeyse hepsi kalkınma sürecinin başlangıcında oldukça katı dış ticaret politikaları uygulamıştı. Buna rağmen aynı ülkeler bugün gelişmekte olan ülkelerin kalkınması için yegâne yolun dış ticarette serbestleşme olduğunu söylüyor. Burada akla birkaç soru geliyor: Gelişmiş ülkelerin bu tavrı ekonomik hakimiyetlerini sürdürmenin bir çabası olabilir mi? Serbest ticaret uygulamaları her koşulda ve her ülke için aynı başarıyı sağlar mı? Bu sorulara yanıt aramak için tarihsel arka plana bakmamız gerekiyor.
Hâkim iktisat anlayışı olarak kabul gören neo-klasik iktisadın ülkelerin dış ticaret politikaları üzerine birtakım teorileri bulunuyor. En bilinenlerinden biri David Ricardo’nun Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi olarak söylenebilir. Daha sonra ana akım içerisinde Heckscher-Ohlin modeli olarak bilinen farklı bir teori daha ortaya atıldı. Birincisinde ülkeler karşılaştırmalı olarak ürünlerinin fırsat maliyetine bakarak ihraç edeceği ürünü belirliyor. Yani ülkeler bir ürün üretmeye karar verdiğinde diğer bir ürünün üretiminden ne kadar vazgeçeceklerini de dikkate alarak ithalat yapması gerekiyor. Ricardo’nun teorisine göre yeni bir endüstrisini geliştirmek ve bu yolda belirli maliyetlere katlanmak isteyen bir ülke en iyi tabirle oyunbozanlık yaparak hem kendi refahını hem de küresel ticareti olumsuz etkiliyor. Ancak Güney Kore ve Japonya korumacı dış ticaret politikaları (gümrük vergisi, ithalat sınırlaması, yerli üreticiye teşvik) sayesinde teknoloji, elektronik ve otomotiv gibi sektörlerde inanılmaz başarılar elde ettiler ve dünya ticaretinde öncü noktalara geldiler. Diğer yandan Heckscher-Ohlin modeli ise ülkeler arası dış ticaret farklılıklarını emek, sermaye ve doğal kaynak gibi faktörlerin dağılımına dayandırıyor. Örneğin Almanya gibi sermaye yoğun bir ülke Araba üretimi yapması gerekirken Bangladeş gibi emek yoğun bir ülke tekstil ile uğraşmalı. Bangladeş’in araba üretmesi bu teoriye göre gereksiz çünkü üretmesi için yeterli sermaye faktörüne sahip değil. Bunun yerine Almanya’dan alabilir. Bu teorinin sorunu sanki küresel ticaret bu noktaya verili bir şekilde gelmiş gibi varsaymasıdır. Yani gelişmiş ülkeler her dönemde sermaye ve teknoloji yoğun üretime sahipken gelişmekte olan birçok ülke hep emek yoğun üretime sahip ülkelermiş gibi değerlendiriliyor, tarihi süreç tamamen göz ardı ediliyor.
Gelişmiş ülkelerin nasıl kalkındığını anlamak için onların korumacı dış ticaret politikası geçmişini bilmemiz gerekiyor. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri tarihindeki ilk Hazine Bakanı Alexander Hamilton 1791’de “Report on Manufactures” adlı raporunu kongreye sunarken yerli üreticilerimizi dış ticaretten korumalıyız diyordu. Ona göre yeni endüstriler ilk aşamalarda devlet tarafından desteklenmeliydi (bebek endüstri tezi). Uygulama, dışarıdan alınacak mallara yüksek gümrük vergileri ve ithalat sınırlamaları getirerek, dolayısıyla ithal ürünün fiyatını yükselterek, yerli üreticinin üretmesini teşvik etmeyi amaçlıyordu. Hamilton’un o dönemdeki çabası meyvesini verecek ve ABD yaklaşık 150 yıl yüksek gümrük tarifesi uygulamasını sürdürecekti. Sadece ABD değil diğer gelişmiş ülkelerde benzer sınırlamaları uyguladılar. Aşağıdaki tablo 1820-1950 arasında seçili ülkelerin imalat ürünlerine getirdikleri gümrük tarifelerini gösteriyor. Özellikle 1980 sonrası liberalleşme ve neo-klasik reçete gereği tarifeler birçok ülkede ortalama yüzde 5 seviyesine kadar gerilediği için tablo yalnızca geçmiş dönemi baz alıyor.
Görüldüğü gibi şimdinin gelişmiş ülkeleri endüstrilerini kalkındırırken öncesinde yüzde 40-50’leri bulan yüksek gümrük tarifeleri uyguladılar. Özellikle ABD korumacılık politikalarını istikrarlı bir şekilde yaklaşık 150 yıl devam ettirdi. Birleşik Krallık ise en erken kalkınmış ülkelerden biri olduğu için 19.yy’nin ikinci yarısından itibaren, özellikle İngiliz İktisatçı David Ricardo’nun ortaya attığı uluslararası ticaret teorisi ile “Laissez Faire” anlayışını benimsedi ve serbest ticaret uygulamasına kademeli olarak erkenden geçti. Ancak Birleşik Krallık zaten diğer ülkelerden çok daha önce sanayisini kurmuş yani yeterince kalkındıktan hemen sonra ticareti serbestleştirmeye başlamıştı.
Gelişmiş ülkelerin şu sıralarda geçmişleri ile taban tabana zıt uyguladıkları ve gelişmekte olan ülkelere de ısrarla tavsiye ettiği neo-liberal reçeteleri daha iyi anlamak için Washington Uzlaşısını bilmemiz gerekiyor.
- Sovyetlerin çöküşünden sonra 1980’lerde hız kazanan ticarette serbestleşme uygulamaları IMF ve Dünya Bankasının da yakından desteklediği Washington Uzlaşısında kendisini tamamen gösterdi.

Uzlaşı, 1989 yılında ekonomist John Williamson tarafından ortaya atılmış bir kavram. Adını, önerildiği yer olan Washington D.C.’den alıyor, çünkü fikirlerin temelini IMF, Dünya Bankası ve ABD Hazine Bakanlığı gibi Washington merkezli uluslararası kurumların politikaları oluşturuyor. Kuruluş amacının Latin Amerika'daki gelişmekte olan ülkelerin borç krizine çözüm bulmak ve ekonomik reformlar için bir reçete sunmak olduğunu söyleyebiliriz. Böylece uzlaşının maddelerini uygulayan ülkeler ekonomik sıkıntılarından kurtulacak ve kalkınma yolunda önemli adımlar katetecekti. Daha sonrasında uzlaşı kapsamındaki maddeler ekonomik sorunlarını çözmeleri için neredeyse tüm gelişmekte olan ülkelere standart paket olarak sunuldu. Normalde 10 başlıkta detaylandırılan bu reçeteyi konudan sapmamak adına doğrudan konumuzla ilgili olanlar üzerinden kısaca açıklayalım:
•Ticaretin Serbestleştirilmesi: İthalat ve ihracat üzerindeki gümrük tarifelerinin, devletçi kalkınma politikalarının azaltılması ve dolayısıyla dış ticaretin daha rekabetçi hale getirilmesi.
•Doğrudan Yabancı Yatırımların (DYY) Teşvik Edilmesi: Yabancı yatırımların önündeki bürokratik engellerin kaldırılması ile gelişmekte olan ülkelerde yabancı yatırımcıların istediği şekilde üretim yapabilmesi.
Bu uygulamalar korumacı politikaların dış ticarete zarar verdiğini ve koruma uygulayan ülkenin de zararlı çıkacağını belirtiyor. Ancak yakın tarihte bu söylemin tutmadığı ve korumacı uygulamalar ile başarı elde eden örnekler de var. Örneğin Japonya’nın korumacı kalkınma politikaları uygulayarak ticaretin serbestleştirilmesi maddesine muhalefet ettiği halde oldukça büyük başarılar elde ettiği biliniyor. Özellikle yerli sanayisini teşvik etmedeki başarısı bebek endüstrilerin geliştirilmesinin önemini gösteriyor. 1950'lerde Japonya, yabancı otomotiv markalarına yüksek tarifeler uyguladı ve yerli otomobil üreticilerini destekledi. Bu süreçte devlet, sektöre düşük faizli krediler ve teknoloji transferi teşvikleri sağladı. 1950’lerin başında Japonya’da sektörün yıllık otomobil üretimi 10 bin adetken, 1980’lerin başında yıllık 11 milyona ulaşarak dünyada lider konuma yükseldi. Sadece Toyota’nın yıllık üretimi son yıllarda 10 milyon adedi geçti.
Güney Kore de benzer uygulamalar ile elektronik alanında öncü ülkelerden biri oldu. Çin ise yabancı sermayenin gelmesini büyük ölçüde üretken alanlarda destekledi ve yabancı yatırımcıların yerli üreticilerle zorunlu ortaklıklar kurmasını şart koştu (joint venture). Yani yabancı yatırımcının rahatça ülkede faaliyet göstermesini engelleyici adımlar ortaya koydu. Tüm bunlar gösteriyor ki ticarette serbestleşme politikaları her ülke için her zaman da uygulanması gereken bir reçete olmayabilir. Keza yukarıda gelişmiş ülkelerin de kalkınma süreçlerinin başında oldukça korumacı politikalar izlediğini ortaya koyduk.
- Gelişmiş ülkeler ekonomik kalkınmasının başlarında böylesine korumacı dış ticaret uygulaması benimsemişken gelişmekte olan ülkelere neden ticaret serbestisini şart koşuyorlar?
İktisatçı Ha-Joon Chang "Kicking Away the Ladder" (Merdiveni Tekmelemek) kitabında kalkınmış ülkelerin ekonomik büyüme ve sanayileşme sürecinde korumacı politikalar, devlet müdahaleleri ve sanayi politikaları gibi uygulamaları kullandıktan sonra, bu yöntemleri gelişmekte olan ülkelerin erişiminden kaldırmasını konu ediniyor. Kitabın ismini ‘Merdiveni Tekmelemek’ koymuş yazar çünkü zengin ülkelerin korumacı politikaları bir kaldıraç olarak kullanarak kalkınmasını tamamladıktan sonra o kaldıracı ortadan kaldırdıklarını yani merdiveni tekmeleyip gelişmekte olan ülkeleri oyun dışı bıraktıklarını iddia ediyor. Öyle ki IMF gibi kurumlar borç verirken özellikle 1980 sonrasında söz konusu ülkelere neo-liberal politikaları şart koştu. Bunun yerine Chang, gelişmekte olan ülkelerin kendi sanayilerini koruyarak ve devlet müdahaleleri ile destekleyerek ekonomik kalkınma sağlamaları gerektiğini savunuyor.
Dış ticaretin serbestleşmesi meselesine tarihi perspektiften bakıldığında işlerin masum birkaç reçeteden ibaret olmadığını görmek mümkün. Bu konuya dair eşitlik ve adalet üzerine de birtakım sözler söylenebilirdi. Biz başlıkta Goerge Orwell’ın Hayvan Çiftliği romanında totaliter rejimleri eleştirirken kullandığı veciz ifadeden ilham alarak bu durumu ifade etmek istedik: “Bütün uluslar eşittir, ama bazısı daha da eşittir.”
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.