Popülizme devam!

Donald Trump ve Boris Johnson.
Donald Trump ve Boris Johnson.

Geçtiğimiz yıl yapılan son seçimlerde popülistler, Avrupa Parlamentosu’nda dörtte birden fazla sandalye kazandı. Diğer yandan Atlantik’in iki yakasındaki iki liderin, Donald Trump ve Boris Johnson’ın popülist siyasetleri, birbirlerine ve dünyadaki diğer muadillerine ilham ve cesaret veriyor. Özellikle Birleşik Krallık’taki son seçimleri yeniden Johnson’ın kazanmış olması, Trump’ın da yeniden seçilme ihtimalini güçlendirmiş durumda.

Popülizm bugünlerde her yerde. Sadece bir fenomen değil, aynı zamanda politik söylemde bir konu olarak. Popülizm tehlikesi, bir doğrudan demokrasi deneyimi olan Antik Yunan’dan bu yana filozofların dikkat çektiği bir konu. Yaklaşık 2000 yıl sonra gelişen temsili demokrasi üzerine düşünen teorisyenler de demagogların çoğunluğu manipüle etme tehlikesine değinmişler, çoğunluk iradesinin sınırlandırılması gerektiğini dile getirmişler ve halk iradesini meşruiyet kaynağı olarak görseler bile buna aristokrat elementler enjekte etmeye çalışmışlar.

1990'ların sonundan itibaren yükselişe geçti

Jair Bolsonaro(Brezilya Devlet Başkanı)
Jair Bolsonaro(Brezilya Devlet Başkanı)

Popülist partiler önce mucizevi çözümler önerir ve sonra işler yolunda gitmez. Liberal düzen, güçlü bir ideolojik tehdide karşı başarılı olduğu kanıtlanan bir strateji kullanarak popülizmden korunabilir. 1990’ların sonundan itibaren kendinden söz ettirmeye başlayan popülizm tehdidi belki tamamıyla önlenemez ama frenlenebilir. Örneğin Avusturya’da sağ popülist Avusturya Özgürlükçü Partisi (FPÖ) ise seçimlerde oy kaybına uğradı. Macaristan’da düzenlenen yerel seçimlerde başkent Budapeşte’yi muhalefet partilerinin ortak adayı kazandı. Polonya’da iktidardaki milliyetçi muhafazakar Hukuk ve Adalet Partisi, parlamentonun ikinci kamarası olan senatoda mutlak çoğunluğu kaybetti. İtalya’da 5 Yıldız Hareketi, özellikle Roma şehir yönetiminde olmak üzere ilk zaferlerini kazandığı yerlerde kaygılanıyor. İsrail’de Benjamin Netanyahu yavaş bir siyasi düşüş içinde görünüyor. Brexit tartışmaları, belki de bu çelişkilerin nasıl gerçekleştiğinin ve bunun ne kadar çabuk olabileceğinin en iyi örneği...

Sağcı popülizmin doğasında var olan paradoksların, Sovyet komünizmininkinden bile daha şaşırtıcı olduğuna dair işaretler var. Mesela bunlardan biri, göçmenleri dışarıda tutarak artan sayıda emekli maaşını karşılamaya çalışmak. Popülizme karşı çıkanlara göre, bağımsız kurumları yok ederken, hükümeti ‘insanlara’ karşı daha fazla sorumlu hale getiremezsiniz. Ve eleştirel düşünceyi boğarken yenilikçi bir ekonomi kuramazsınız.

Popülist hareketlerin ideolojik evrimi veya sosyal medyanın artan etkisi gibi değişen koşulların, popülist hükümetlerin gelecekte demokratik kurumları baltalama ihtimalini daha fazla veya daha az muhtemel hale getirmesi mümkün. Araştırmalara göre popülist hükümetler yolsuzluğu derinleştiriyor, bireysel hakları aşındırıyor ve demokratik kurumlara ciddi zarar veriyor.

  • Popülist yönetim basın özgürlüğünde yüzde 7, insan haklarında yüzde 8, siyasi haklarda yüzde 13 düşüş anlamına geliyor.

Şu anda, dünyanın en kalabalık dört demokrasisi popülistler tarafından yönetiliyor: Hindistan’da Narendra Modi, Amerika Birleşik Devletleri’nde Donald Trump, Endonezya’da Joko Widodo ve Brezilya’da Bolsonaro. The New Republic’deki makalesinde Matt Ford şöyle diyor: “Popülistler diyor ki, bana güç verin ki insanların yapamadıklarını yapayım. Ancak tüm bunların içindeki büyük ironi, popülizmin aslında o kadar popüler olmadığı ve yalnızca sistemin zayıf yönlerinden yararlanarak herhangi bir şey yapabileceğidir.”

Popülizm aslında umut vaat etmiyor

Popülizm, suç, terör, işsizlik, ekonomik gerileme, ulusal değerlerin ve geleneklerin kaybedilmesi gibi bir politikaya dikkat çekiyor ve diğer partilerin ülkelerini felakete sürüklediğini iddia ediyor. Anketler popülist seçmenlerin aşırı karamsar olduklarını açıkça ortaya koyuyor. Geçmişin şimdiden daha iyi olduğuna ve gelecek için son derece endişeli olduğuna inanıyorlar. Örneğin yeni bir PEW araştırması, Avrupalı vatandaşların artan yüzdelerinin, ülkelerinin ekonomik durumunu on yıl öncesine göre çok daha iyi görmesine rağmen, bunun gelecekle ilgili daha iyimser olmadıklarını ortaya koydu. Aslında, birçok Avrupa ülkesinde “deneyim beklentisi” farklılığı artmıştır: Hollanda, İsveç ve Almanya’da, örneğin, yaklaşık yüzde 80 veya daha fazlası, ekonominin iyi gittiğini söylüyor, ancak yüzde 40’ından azı gelecek neslin yaşam koşullarının ebeveynlerinden daha iyi olacağına inanıyor. Bu görüşler rahatsız edici bir gerçeği yansıtıyor: özellikle değişim ve belirsizlik zamanlarında, insanların görüşleri rasyonellikten çok duygularla şekilleniyor.

'Britanya'ya inanmak' ve 'Amerika'yı yeniden büyük yapmak'

Bazı kesimlere göre aslında bu ülkelerde halen yaşanmakta olanların da gösterdiği gibi, Batı ülkelerinde küreselleşmenin ve dijital devrimin dönüştürdüğü dünyaya uyum sağlamakta zorlanan toplum kesimlerinin tepkisinin iktidara taşıdığı popülist liderlerin temeldeki sorunu çözebilecek bir reçeteleri yok gibi gözüküyor. Ekonomik büyümeye süreklilik kazandıracak bir reçeteleri olmadığı gibi toplumdaki tepkinin temel nedenlerinden biri olan gelir ve servet eşitsizliğindeki patlamaya karşı inandırıcı çözümleri de yok.

Kutuplaşma ve siyasi kaosun yaşandığı bir zamanda, şimdi gündem ‘Britanya’ya İnanmak’ ve ‘Amerika’yı Yeniden Büyük Yapmak.’ Bu dil kendisini kapsayıcı olarak nitelendiriyor, ancak gerçekte geç gördüğümüz Trump’ın ve Johnson’ın aşırılıkları için alan yaratıyor. Pek çok analist tarafından Birleşik Krallık, Brexit ile büyük sıkıntılara sürüklenirken, Amerika’nın Trump’tan önce var olan gerginliklerine yenileri eklenmiş gözüküyor.

Avrupa Birliği’nden ayrılma sürecinde çalkantılı bir dönem yaşayan Birleşik Krallık’da, Brexit’in bir kez daha ertelenmesinin ardından erken seçime gidilmesi kararlaştırıldı ve erken genel seçimi Boris Johnson liderliğindeki Muhafazakar Parti kazandı. Seçmenin nabzını tutma konusundaki becerisini daha önce Londra belediye başkanlığı seçimini iki kez kazanarak göstermiş olan Johnson, tek bir hedefe odaklanarak seçmenin önemli bir kesiminde soyut bir ‘Brexit umudu’ yaratmayı başardı. Ayrıca Muhafazakar Parti’nin alışılmış çizgisinin dışına çıkarak, halkın refahını artıracak bazı harcamalara öncelik vereceğini açıklaması da şansını artırdı. Diğer taraftan, AB’den çıkış Birleşik Krallık için, 40 yıllık yasaların, düzenlemelerin, talimatların geri çevrilmesi, AB ve diğer dünya ülkeleriyle tek tek ticaret, askeri, bilimsel, istihbarat anlaşmalarının yeniden yapılması, seyahatin, ticaretin, alışverişin, emniyetin donması, balıkçılıktan tutun da ilkokul yönetmeliklerine kadar binlerce kararın bir gecede alınması demek.

Birleşik Krallık seçim haftasına girerken yayınlanan sayısında, seçime katılan siyasi liderleri karikatürize eden bir kapak hazırlayan ve ‘İngiltere’nin Noel Öncesi Kabusu’ manşetini atan The Economist dergisinin tavrının da gösterdiği gibi, iş dünyasının önemli bir kesimi Boris Johnson’dan hiç hoşlanmıyor ve Avrupa Birliği’nden ayrılma sürecinin çok boyutlu sorunlara yol açacağını düşünüyor.

Anglo-Amerikan dünyasında, Donald Trump ve Boris Johnson gibi birbirinin kopyası iki profilin, aynı dönemde ortaya çıkması da bir rastlantı değil. Dahası Anglo-Amerikan dünyada liberal demokrasinin tartışmaya açılması ne yazık ki küresel bir etkiye sahip olacak gibi gözüküyor.

Kutuplaştırma siyaseti izliyorlar

Johnson, son referandumda Brexit diyen seçmenin (yüzde 52) tercihini ‘milli iradesi’ ilan ediyor, kalmaktan yana oy veren yüzde 47’yi yok sayıyor.
Johnson, son referandumda Brexit diyen seçmenin (yüzde 52) tercihini ‘milli iradesi’ ilan ediyor, kalmaktan yana oy veren yüzde 47’yi yok sayıyor.

Kutuplaştırma stratejisi ise popülist söylemin vazgeçilmez taktiklerinden bir diğeri. Bu iki politikacı için halk, onlara oy verenlerden oluşuyor, oy vermeyenler bu kavramın dışında kalıyor. Bugün, iki lider de halkını küreselleşmenin kazananları ve kaybedenleri, kırsal ve kent seçmenleri ve daha bir çok ölçekte kutuplaştırıyor. Trump, Amerikan seçmeninin çoğunluğunun oyunu alamadı. Delege sayısına dayanan bir seçim sisteminin ürünü olarak başkan oldu, ama her fırsatta bu azınlığı ‘milli irade’ gibi sunmaktan, geri kalan seçmeni yok saymaktan hatta ‘seçkinlerle’ özdeşleştirmekten, muhalefeti ihanetle suçlamaktan çekinmiyor. Johnson, son referandumda Brexit diyen seçmenin (yüzde 52) tercihini ‘milli iradesi’ ilan ediyor, kalmaktan yana oy veren yüzde 47’yi yok sayıyor. Avrupa Birliği’nden anlaşmasız çıkmasını önlemeyi amaçlayan yasayı, teslimiyet yasası olarak niteliyor. Her ikisi de yargı ve meclis denetimlerini ‘darbe’ olarak niteliyor.

Her iki profilin yasalara uymak gibi bir kaygıları da yok, bu yüzden başları yasama ve yargı ile dertte. Sicilleri kadınlara yönelik taciz suçlamalarıyla, yolsuzluk iddialarıyla, kronik yalancılıkla lekeli. Her iki politikacı da kutuplaştırıcı bir dil kullanıyor ve rakiplerini ‘iç savaş’ ile tehdit ediyorlar. Trump, pek çok beyaz olmayan ülkeyi kötü sözlerle itham etti ve yakın zamanda Amerikan doğumlu olmayan kadınlara, gerçekte ait olduklarını hissettiği yere geri dönmelerini söyledi. Johnson, azınlık grupları hakkında çok sayıda rahatsız edici yorum yaptı, eşcinsel erkeklerden argo bir tabirle ‘bumboys’, Müslüman kadınlarla ilgili ‘posta kutuları’ ve Afrikalılar ile ilgili ‘karpuz gülümsemesi’ şeklinde ifadeler kullandı. Trump, “Polis, asker, motosiklet çeteleri, bütün sert adamlar benden yana. Çok kötü şeyler olabilir” veya “Beni azlederseniz iç savaş çıkar” diyebiliyor. Johnson, Brexit olmazsa ya da yeniden referanduma gidilirse “İsyan çıkar, şiddet olayları yaşanır” diyor. Ne Trump ne Johnson yasaların, parlamento iradesinin koyduğu sınırları tanıyor.