Aslında çok da şey etmemek lazım

MEHMET ŞEKER
Abone Ol

Aslında çok da şey etmemek lâzım. Her şey olacağına varıyor. Nasipten öte yol yok. Dediği gibi yaptık. Konya’dan altı yastık alıp Ankara’ya döndük. İşler tam anlamıyla açılmadı, ama büyük oda şark usulü oldu. Salondaki koltukları atmaya kıyamadı. Çocuklar da geldi. Çok özlemişler. Büyük odanın yeni hâline bayıldı. Geldikleri gün beni de çağırdılar. Çorbamız tarhanaydı.

Sıkıntılı bir akşam. İşler kesat. Herkesin ağzında bir kriz lafı. Kime rastlasak, piyasa durgun diyor, başka bir şey demiyor. Büroda karşılıklı oturmuş, çay üstüne çay içiyoruz. Ortak keyifsiz, ben keyifsiz.

Konu “mürşit” imiş. Evvelce birkaç defa gitmiş fakat bağlanmamış. Bu defa çağrıldığını hissediyormuş. İçindeki sıkıntı ondanmış. Fazla uzatmadan derdini döktü.


Dışarıda meşhur ayaz. Kirayı zor denkleştirmişiz. Gelecek ay ne olacak, belli değil. Rıza, eşiyle çocuklarını annesine göndermiş, bir müddet böyle idare edelim demiş. Edelim. Edebilirsek. Zaten mesele idare edebilmekte. Olmuyor, yürümüyor. Kâğıt üstünde yapılan hesaplar, gerçek hayatta başka türlü işlermiş. Sonradan öğrendik. Karısı, giderken ne kadar kalacaklarını sormuş. “Kısa zamanda toparlarız. O zaman gelir alırım sizi.” Ne güzel. Acaba kendi inanıyor mu söylediğine? “Of”larımız karışıyor. Farkında olmadan ağzımızdan çıkan “of”lar bunlar. “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır” diyen kimdi? Kaç kere of çektik, dağlarda hiç kıpırtı yok. Dağlar ne ki, nerede ki? Karşımızda sıra sıra binalar… “Bir yolunu bulmamız lâzım.”“He…” Benim için o kadar ağır sayılmaz. Tek başına bir adamım. Zaten evi boşaltmışım. Geldim, büronun bir odasına yerleştim. Maksat tasarruf. Fakat Rıza öyle değil. İki küçük çocuk, bir de eşi. Oğlan seneye okula başlayacak.

Uzun süren bir sessizlikten sonra, çayları doldururken, radyonun düğmesine dokundu.

  • Deli gönül feryat etme boşuna
  • Hâl bilmez kişiye yâr olamazsın
  • Bir mürşide bağlamazsan özünü
  • Hakkın huzurunda var olamazsın Medet sevdiğim…

Sanki onu bekliyormuş gibi, radyoyu açınca o türkünün çıkacağını biliyormuş gibi sırıttı. “Nasıl da denk geldi ama…” “Nedir denk gelen?” “Hiç…” İçinde bir şeyler dönüyor, belli. Yine sessizlik. Kaç senelik yakın dostluğumuz var.

Uzun süren bir sessizlikten sonra, çayları doldururken, radyonun düğmesine dokundu.

Sanki yüz yıl geçmiş. Birbirimizin ne düşündüğünü bakışından anlarız. Çoğu zaman söze gerek kalmaz. Yavuz Sultan Selim ile Hasan Can arasındaki yakınlıktan farkı yok. Bir sefere çıkarken kahvaltıdaki yumurtadan bahsetmişler de aylar sonra dönüşte aynı yerden geçerken Sultan Selim “Nasıldı?” diye sorunca, Hasan Can “Rafadan.” diye cevaplamış ya. Biz de buna benzer durumları çok yaşamışızdır. Fakat bu defa öyle olmadı. Aklından ne geçtiğini anlayamadım. Nihayet içindekini açığa vurdu.

Beraber göçüyoruz işte
Cins

“Bir mürşide bağlamazsan özünü, dedi hani az önce.” “Eee…” “İşte benim gitmem lâzım.” “Çocukları mı özledin?” Aradan üç gün geçmiş. Özlemiştir muhakkak. Fakat konu o değilmiş. Konu “mürşit” imiş. Evvelce birkaç defa gitmiş fakat bağlanmamış. Bu defa çağrıldığını hissediyormuş. İçindeki sıkıntı ondanmış. Fazla uzatmadan derdini döktü. “İlk seferinde gönülsüz gitmiştim. Ablam istiyordu. Arkadaşlarıyla beraber oraya gitmesi gerekiyormuş. Babam tek başına olmaz deyip yanına beni verdi. O şekilde yola çıktık. Ancak ben hiç hevesli değilim. Hevesi geç, karşıyım da. Ne gereği var diyorum. Nereden çıktı şimdi bu yolculuk diyorum. Gitmen şart mı? Madem manevî bir bağdır bu, bizzat gitmen mi gerekir diye sayıp döküyorum. Dahası, ağzımdan hoş olmayan lâflar da çıkıyor. Ablam, gideceği için sevinçli. Söylediklerimi hoş görüyor. Son derece müşfik bakışlarla karşılıyor itirazımı. Biliyor ki itiraz bir işe yaramayacak. Babam gidin demiş bir defa.”“Sonra?” “Sonra yola çıktık. Otobüs yolculuğu bitmek bilmedi. Oraya gidince, ben ablamdan daha fazla etkilendim.” “Nasıl?” “Bambaşka bir şey. Görmek lâzım. Anlatılmaz. Öyle bir atmosfer var ki Huzur. Tek kelimeyle huzur. Sanki asıl yolcu benmişim, ablam değil. O bir aracı, bir vesile.”

Konu “mürşit” imiş. Evvelce birkaç defa gitmiş fakat bağlanmamış. Bu defa çağrıldığını hissediyormuş.

Anlattı, anlattı… Hem rahatlıyor gibi, hem sıkıntısı daha artıyor gibi. “Benim gitmem şart” diye birkaç defa tekrarladı. “Yoksa toparlayamayacağım.” “İyi, git o zaman.” Büronun içinde adımlıyordu. Gitti pencereyi açtı. “Gideyim.” İçeriye soğuk hava girdi. İçerinin havası temizlendi. Çoğu zaman pencereyi açıp havalandıran ben olurdum. O iki dakika geçmeden kalkıp kapatırdı. Rolleri mi değiştik? “Otobüsle mi gideceksin?” Adımlamayı bıraktı. Durdu, masasına yaslandı. “Sen de gelirsen arabayla gideriz. Yoksa otobüsle.” Aslında bu açıkça beraber gitme teklifi. Hiç aklımda yoktu öyle bir şey. Mürşit falan. Pek bana göre işler değil gibi geliyor. Daha doğru dürüst beşi tamamlamayı beceremiyorum. Bazen üçte kalıyorum, bazen dörtte. Fakat yolculuk fikri cazip. Yol olsun, ben gideyim. Nereye olursa.

  • Şimdiki teklif de bu. Uzun yol. Macera. Arabayla… Biraz düşündüm. Biraz daha düşündüm. Ablasının ona baktığı gibi bana bakıyor. Otobüsle gitmek istemediği gayet açık. “Peki, gidelim.” “Aslan ortak” diye sevinçle elini uzattı. Havada bir mutluluk rüzgârı.

***

Beş dakika içinde toparlandık. Plan yaptık, yola çıktık. Plan şu: Önce Konya. Oradan Adana. Ondan sonrası kolay. Menzil belli.Konya’da akrabalar var. Meram’da dededen kalma ev. Nine, amca çocukları, yenge… “Bir gün orada kalır, biraz dolaşırız.” “Tamam.” Konya’dakilere sürpriz oldu. Sabaha doğru oraya vardık. Sevinçle karşıladılar. Kahvaltı sofrası hazırlandı. Uykusuz hâldeyiz. “Birkaç saat kestirsek mi?” “Olur.” “Sonra da şehri dolaşırız.” Gidilecek yerler belli. Konya’ya gelen nerelere uğrarsa, oraları heyecanla ve hürmetle turladık. Akrabalara iş gezisi olduğunu söyledik ve fazla oyalanmadan vedalaştık, yola koyulduk.

***

Araba eski. Benzin göstergesi epeydir çalışmıyor. İbre sabit. Ustaya gösterecek vakit olmadı. Adana’ya doğru giderken, bir yerde “En son ne zaman benzin almıştık?” diye sorunca, hesap yaptık, az kalmış olmalı. Bulduğumuz ilk istasyona girmemiz gerekir. Git git istasyon görünmüyor. Aksilik işte. Benzin bitti bitecek.

Penceredeki sarı ışık
Cins

Hemen kaloriferi kapattık. Benzinciye kadar tasarruf edelim. Biraz soğuktan zarar gelmez. Kilometreleri, saatleri hesap ediyoruz, yolda kalmamız an meselesi. Nihayet uzakta bir tabela göründü. Sevindik. O yol bitmek bilmedi. Biz gidiyoruz, yaklaşacağımız yerde sanki istasyon da ileri doğru hareket ediyor. Yaklaştık, yaklaştık…

Araba kafa sallamaya başladı. Yırtıcı bir hayvan gibi hamleler yapıyor. Arabayla beraber biz de sallanıyoruz. Düldül, cezbeye kapılmış, az sonra “Hu” diyecek sanki. En sonunda, tak dedi durdu. İstasyona girmeyi başarmıştık. Benzinci şapkası takmış, tulum giymiş tombulca bir genç kız geldi. “Hoş geldiniz. Biraz ileri alabilir misiniz?” Gülerek “Alamayız” dedik, ikimiz aynı anda. Gülmeden söylesek, aksi tiplere rastladığını düşünecek kızcağız. Anlamaya çalışarak sordu: “Niye?” “Benzin bitti.” Bir kahkaha patlattı ki evlere şenlik. “Gerçekten mi? Hiç böylesini görmemiştim. Şaka gibi vallahi.” Boşa alarak arabayı bir metre kadar itekledik. Kızcağız güle güle doldurdu depoyu.

“İyi de madem bu kadar çok etkilenmişsin, niye zamanında bağlanmadın?” “Ne bileyim? Nasip. Her şeyin bir zamanı var. Ondan belki. Belki değil, kesin.”


Adana’ya doğru giderken, keyfimiz yerindeydi. Önceki Menzil yolculuklarını anlattı. Oradaki kardeşliği, birliği, bütünlüğü, bir arada kılınan namazları, içilen çayları, çorbaları… “Orada içtiğim çorbanın tadını hiçbir yerde bulamadım.” Kerametlerden bahsetti. Tutuklamaya gelip de el öperek ayrılanları anlattı. “İyi de madem bu kadar çok etkilenmişsin, niye zamanında bağlanmadın?” “Ne bileyim? Nasip. Her şeyin bir zamanı var. Ondan belki. Belki değil, kesin.”Adana’ya girdik. “Bence burada bir gece kalalım. Yarın devam ederiz.” “Sen bilirsin. Yol senin, esas yolcu sensin. Ben kenardayım. Direksiyon da sende…” Bir otel bulacağız… Anlaştık. Şehre girdikten sonra, pek çok otelin yanından geçtik. Her birine bir kusur buldu. “Burası iyi görünmüyor.” “Şu batakhane gibi.” “Bunun önünde duracak yer bile yok.” “Bu kazıktır. Çok masraf edecek hâlde değiliz.” Otelleri bir bir geçiyoruz. “Birinde karar kılmamız lâzım artık.” Lâzım ama ha bire ilerliyor. Sonunda kendimizi şehrin dışında bulduk.

Tarihî köprüyü de geçtik. Merkez geride kaldı. “Eee? Şehir bitti.” Yolculuğun eğlenceli tarafı da bitmişti. Onca oteli geçip gitmek, son derece can sıkıcı bir durum. Yine de sabır. Döndük. Merkeze doğru yaklaşırken, kenara çekti. “Ne oldu?” “Burada birine soralım.” “Neyi soracağız?” “Otel.” İşte o anda benim son tel attı. “Tınnn!” diye koptu. Sesimin yükseldiğinin farkına sonradan vardım. “Ne oteli? Yüzlercesini geride bıraktıktan sonra mı? Altımızda araba varken üstelik?” “Ne var yani? Şu büfeye sorsana.” “Ben otel motel sormam arkadaş. Git kendin sor. Ne kadar komik bir durum, bir düşünsene. Komik değil, tuhaf.” Sinirler gerildi. O da sormaktan vazgeçti. Garip kaçacağını fark etti sanırım. Dosdoğru ilerledik. Yine karşımıza oteller çıkmaya başladı. Birinde karar kıldık. Girdik kayıt yaptırdık, odalara çıktık. “Sen keyfine bak, ben bir dışarı çıkıp geleyim.” “E iyi, ne yaparsan yap da, bunu bana niye söylüyorsun” diyecektim, demedim.

Arabayla beraber biz de sallanıyoruz. Düldül, cezbeye kapılmış, az sonra “Hu” diyecek sanki. En sonunda, tak dedi durdu.

Kendi izah etti. “Bir telefon etmem lâzım da.” “Ne telefonu?” “Arayıp sorayım, Seyda orada mı?” “Anlamadım. Nasıl yani?” “Nesini anlamıyorsun? Orada mı değil mi diye soracağım işte.”“Yahu iyi güzel de, madem telefonla oluyordu, Ankara’dayken niye sormadın? Ankara’da telefon yok muydu?” İşte bunları da söylemedim. Bu sözler, önceki sorumun arka planında gizliydi. O da bunları anlayacak biriydi. Yumurtanın rafadan olduğunu da tahmin ederdi rahatlıkla. Hem otelde telefon vardı. Dışarıdan konuşmak istiyormuş, otelden olmazmış. Niyeyse? On dakika geçmeden geldi. “Korktuğum başıma geldi” dedi üzgün halde. “Seyda yokmuş.” “…..” İki dakika süren sessizlik. O bana bakıyor, ben ona bakıyorum. Soru yok. O sürenin sonunda cevap kendiliğinden. “İzmit’e gitmiş.”

  • Vurdum kafayı yattım. Karnım aç. Canım bir şey yemek istemiyor. Yarım saat dinlenme iyi gelir diye düşünüyordum, iki saat uyumuşum. Kalktım, kapısını tıklattım. “Haydi gel, gidip bir yerde çorba içelim.” Çorba içerken sakinlemiştik biraz. Çorbanın tüten buğusuna dalıyorum.

Kaşıkla karıştırdıkça artıyor, kıvrıla kıvrıla yükseliyor. “Ne olacak şimdi?” “Hiç.” “Bir hiç için geldiğimiz belli de…” “Macera oldu işte, fena mı? Sabah biraz şehri gezeriz. Sonra dönüşe geçeriz. Sık sık benzin almayı unutmadan.” “Yine Konya’ya uğrayacak mıyız?” “Öyle yapalım. Ama Meram’a tekrar gitmeye gerek yok. Çarşıda sedir yastıkları görmüştüm. Onlardan alalım. Bakarsın işler düzelir, çocuklar gelir, evdeki salonu şark usulü döşerim.” “Ankara’da var sedir yastığı.” “Konya’dakiler başka. Daha güzel. Kırmızısı daha kırmızı, laciverdi daha lacivert.” “Arabaya nasıl sığdıracağız?” “Bagaj büyük. Bir kısmı oraya, bir kısmı arkaya. Aldığı kadarıyla.” Hiç için gitmiş olmayacağız böylece. Aslında çok da şey etmemek lâzım. Her şey olacağına varıyor. Nasipten öte yol yok. Dediği gibi yaptık. Konya’dan altı yastık alıp Ankara’ya döndük. İşler tam anlamıyla açılmadı ama büyük oda şark usulü oldu. Salondaki koltukları atmaya kıyamadı. Çocuklar da geldi. Çok özlemişler. Büyük odanın yeni hâline bayıldı. Geldikleri gün beni de çağırdılar. Çorbamız tarhanaydı.