Beraber göçüyoruz işte

 Sağ ol, var ol. Böyle iyi. Beraber yaşlandık, beraber göçüyoruz işte. Yavaş yavaş…
Sağ ol, var ol. Böyle iyi. Beraber yaşlandık, beraber göçüyoruz işte. Yavaş yavaş…

Ev de eskidi, eşyalar da eskidi, Musa Dede de eskidi. İhtiyarlığın gözü kör olsun. Gel diyorlar, gitmiyor. Bizimle kal, çocuklar da çok mutlu olur diyorlar, Musa Efendi evi terk etmiyor. Ben burada öleceğim diye tutturmuş bir defa. İnat. İnattan değil, hatıralardan.

Ne çabuk bitti Mübarek Ramazan. Yarın arefe, öbür gün bayram. Torunlar gelmiş, kız gelmiş, evin içi şenlenmiş. Biraz sonra damat da elinde poşetlerle girer içeri. İnsan dünyada daha ne ister? “Baba, çatı aktı mı gene?” “Hee, aktı biraz. Geçen çok yağmıştı.” Kızı Edibe’nin canı sıkıldı. Üzülüyordu babasının bu eski evde tek başına hayat sürmesine. Annesinden kalma eski konsolun üstüne plastik kova konulmuş. Yağmurun aktığı fark edilene kadar gelen su, ceviz konsolun üstünü kabartmış. “Aktarmak lâzım da ben çıkamıyorum artık.” “Çıkma zaten. Birini bulalım, yapsın.” İftar hazırlıkları sırasında her evde görülen güzellikler, ihtiyar Musa Efendi’nin evinde de sürmekteydi. Sofra kuruldu. “Bu kız annesi gibi becerikli. İki dakikada hazır etti sofrayı.” Musa Dede artık iyice yaşlandı. Eskiden olsa çatı akar mıydı hiç? Daha şıp demeden zıplayıp çıkar, aktarırdı kiremitleri. Bahçe kapısı gıcırdar mıydı? Konsolun üstü kabarır mıydı? Masanın bir ayağının altına ilaç kutusu katlanıp konulur muydu? Ev de eskidi, eşyalar da eskidi, Musa Dede de eskidi. İhtiyarlığın gözü kör olsun. Gel diyorlar, gitmiyor. Bizimle kal, çocuklar da çok mutlu olur diyorlar, Musa Efendi evi terk etmiyor.

Eskiden olsa çatı akar mıydı hiç? Daha şıp demeden zıplayıp çıkar, aktarırdı kiremitleri. Bahçe kapısı gıcırdar mıydı?


Ben burada öleceğim diye tutturmuş bir defa. İnat. İnattan değil, hatıralardan. Torunu Efe’ye sordu: “Ne yapıyorsun bakayım?” “Hiiiç.” “Hiç mi? Çok zordur hiç yapmak. Mutlaka bir şey yapıyorsundur.” Yere eğilmiş toprağı eşeleyen Efe, elindeki eski çiviyi gösterdi. Köşeli çiviyi nereden bulmuşsa. “Dede, hani sen bir kere bize topraktan oyuncak fırın yapmıştın ya…” “Eee?” “Gene yapsana…” “Olur, yaparız. Yarın hatırlat. Tamam mı?” “Yaşasın!” “İçinde ateş de yakar mıyız?” “Yakarız tabii. Fırın olur da ateş yanmaz mı?” O sırada bahçe kapısı gıcırdadı, damat geldi. Elinde karpuz, sıcak pide. Elif de annesine yardım ediyordu. Sofra kuruldu. Eller yıkandı. Ezan okundu. “Hay Allah, hurmayı unutmuşuz.” Edibe’nin bu sözüne babası “Var var” dedi, “Dolabı aç, dolabı…” Hurmalar bayatlamış. Kim bilir ne zamandan kalma. Edibe ile damat bakıştılar, hurmaların epeyce bayatladığını belli etmemeye çalıştılar. Yemekler nefisti. Afiyetle iftar ettiler. Hacı Musa Efendi gönülden dua etti, herkes âmin dedi, Fatiha’sını okudu. Namazdan sonra çay. “Şu mübarek çayı özlediğim kadar…” Musa Efendi’nin sözü yarım kaldı.

Ev de eskidi, eşyalar da eskidi, Musa Dede de eskidi. İhtiyarlığın gözü kör olsun.
Ev de eskidi, eşyalar da eskidi, Musa Dede de eskidi. İhtiyarlığın gözü kör olsun.

Gözleri doldu. “Hiçbir şeyi özlemiyorum” diyemedi. Aklına, altı yıl önce kaybettiği karısı geldi. Sanki o da buradaydı, evin içindeydi de onları seyrediyordu. Duyarsa üzülürdü öyle bir sözü. “Demek çayı özlüyorsun ha Hacı?” derdi kaşlarını yalancıktan çatıp. Bir zamanlar bu ev ne şenlikliydi. Yalnız bayramlarda değil, her gün. Gençtiler, hayat doluydular, dinçtiler, güçlüydüler… Toprakla meşguldüler. Şehir uzaktaydı o zamanlar. Sürüyor, ekiyor, işliyorlardı. Hayvanları vardı. Eti, sütü, yumurtası… Artık ne inek var, ne koyun, ne keçi. At zaten çok evvelden gitmişti. İlk fire. Sonra gerisi sökün etmiş gibi azaldı, yok oldu. “Bir tek bu uyuz köpek kaldı işte. Arada bir kaybolur, sonra çıkar gelir. Nereye gidiyorsa. O da bir gün hiç gelmeyecek.” Hayvanlardan söz açılınca Musa Efendi böyle söylerdi.

  • Kediler de çoktu aslında. Hepsi bahçede. Ama o kedileri hayvandan saymıyor sanki. Oysa her birine isim takardı. Biri “Kendi Gelen”. Ne sebeple bu ismin verildiği belli. Biri “İnleyen Nağmeler”. Hastalıktan olacak, inleyip duran kediye bu ismi vermişti.

Bir tanesi, yaşlı ve irice olan, bir kenarda devamlı saksı gibi durduğu için, adı “Saksı” konulmuştu. “Çoğalıyorlar, azalıyorlar. Bunlar böyle. Kimini araba eziyor, kimi başka türlü kayboluyor.” “Eskisi gibi evi istiyorlar mı baba?” “Hayvanlar mı?” “Yok, müteahhitler.” “Haa. Yok. Vazgeçtiler. Artık herkes anladı vermeyeceğimi.” “Ağabeyim arıyor mu?” diyecekti, vazgeçti. Durup dururken babasının canını sıkmak istemedi. Arasa söylerdi. Belki bayramda bir alo der. Almanyalara da bayram geliyor nitekim. Epeydir araları açıktı. Tarla marla işleri gündeme geldiğinde bir tartıştılar, bir daha araları hiç eskisi gibi olmadı.

Damat, sohbete karışmak istemedi. Perdeyi aralayıp ağaç dalları arasından ışıkları görünen siteye baktı. “Evvelce çok aşındırdılar eşiğimi. Her hafta biri geldi neredeyse. Hep aynı şeyi söyledim onlara. Var git, babanın çiftliğini sür dedim. Şimdilerde gelen giden yok. Artık benden sonra siz ne yaparsanız yapın. Ben ölene kadar burası böyle kalacak. İster müteahhite verin, ister bunu yıkıp yerine kendiniz yenisini yapın.” “Allah gecinden versin baba. Var bizim evimiz, çok şükür. Aç değiliz, açıkta değiliz.” “Bir zamanlar bu aradaki yol yoktu. Derenin de üstü kapanmamıştı. Şırıl şırıl akardı. Temizdi de. Şu diktikleri sitenin arazisi bizimdi. Daha doğrusu yarısı.”

Bu hikâyeyi hepsi biliyor. Merhum eşi hastalandığında, orayı sattılar. O zamanlar, o kötü hastalık çok para yutuyordu. Gerçi arsa bile değildi henüz. Tarlaydı. Ucuza gitti. Üç beş sene geçince, imar değişmiş, inşaat izni çıkmış. Aradan yol çizilmiş. Tarlaya talip olan, belediyeden işmar almış olmalı ki, koşup kapatmış. Bastırmış parayı, yandaki tarla sahibini de ikna etmiş. Sonra ikisini birleştirip o siteyi dikmiş. Öbür taraftaki tarlayı da almak istemişti de, Muzaffer Efendi sağ olsun, satmaktansa cami için bağışlamayı tercih etmişti. Orayı da alsaymış, daha büyük, daha yüksek binalar dikecekmiş.

Sofra kuruldu. Eller yıkandı. Ezan okundu.
Sofra kuruldu. Eller yıkandı. Ezan okundu.

“Kim bilir kimler oturuyor. Hiç birini tanımam etmem. Camiye gelen birkaç kişi var, tek onları bilirim. Harman yapardık biz burada. Orta yerde. Öküzlerimiz vardı. Buranın adı harman yeriydi zaten. Şimdiki gibi gâvurca bir adı yoktu. Döven nedir bilir misin Efe?” “Döven mi? Kim dövüyor, anlamadım?” Gülüşmeler öksürüğe karıştı. “Harman yeri havuzun olduğu yerde miydi baba?” “Ne bileyim, hiç bakmam o tarafa. Geçerken bir defa bile başımı çevirmedim. Merak da etmem. Karşı kaldırımdan yürürüm hep.”

“Belki oradadır.” “Bir büyük dut ağacımız vardı. Bir de can eriği. Hatırlarsın, sen oğlan çocuğu gibiydin, çok çıkardın o eriğe. Rahmetli annen, pekmez kaynatırdı. Konu komşu gelir, çarşaf tutardı. Herkese yeterdi.” “Baba, yanlış anlama ama sen birkaç aylığına bize gelsen. Şu evi…” “Yıkmayı mı diyeceksin?” “Yok baba, olur mu hiç öyle şey. Allah korusun. Evi baştan sona bir tamir etsek, elden geçirsek. Ne bileyim, çatısı, duvarı, kapısı, penceresi…” “Dökülüyor diyeceksin. Biliyorum. Sağ ol, var ol. Böyle iyi. Beraber yaşlandık, beraber göçüyoruz işte. Yavaş yavaş…” “Tadilattan sonra yepyeni olur. Rahat edersin.”

  • “Evladım, ben bu yaşta ne yapacağım yeni evi? Bir ayağımdan fazlası çukurda. Kel başa şimşir tarak olmaz.” Sofranın toplanmasına Elif de yardım ediyordu. Musa Efendi, Elif’e baktı. “Şuncağız daha doğmamıştı” dedi, kendi kendine sayıklar gibi, “Hacı, göremedi Elif’i. Yaşasaydı ne severdi.”

Musa Efendi, “Hadi bakalım” deyip kalktı. Abdest aldı. Son teravih namazını kılmak için gıcırdayan kapıdan çıkıp cami yoluna koyuldu. Yanında torunu Efe, seke seke yürüyordu. Dedesiyle ilk defa teravih için camiye gitmenin mutluluğu, heyecanı vardı adımlarında. “Demek eskiden buralar hep dedeminmiş. Vay be…”