Bodrum katın penceresi

ARSLAN KARADAYI
Abone Ol

Tren vakti geldi. Tren yürüdü. İşte memleket! “Bir gün dönebilir miyiz?” diyerek yürek sızısını dualara, duaları salavatlara katan Latife Hanım, tren yolunun yanındaki köyünün minaresini görünce yine duramadı, ağladı. İstasyona ayak bastılar ya, büyük olan Allah’a ne kadar hamd edilse azdı. Yarın sabah hemen annesiyle babasının kabrini ziyaret edecek, müjdesini verecekti.

Ruhun mevsimleri
Cins

“Memlekete dönmek en güzeli” dedi Tahir Bey. Yıllar önce hanımı Latife Hanım ve bir kız evlatla çıktığı umuda yolculuk, bugün iki kız ve iki de erkek evlat ile burada bitiyordu. “Alaman mark”ı memlekette kıymetli oluyordu da şu kerpiç evin kuzunesinde pişen ekmeği, hemen aşağıdaki caminin ezan sesini hangi para öderdi? “Yok” dedi, dönüyoruz. Alman hükümetinin dönecek olan Türklere tanıdığı bu hakkı değerlendirecek ve zaten belli miktar para da alacaktı. Esasında tüm aile mutluydu. Latife Hanım çoktan razıydı. Kızlar, iki yılda bir yazları gittikleri köyde zaten doymuyorlardı. Büyük oğlan Fazlı’ya da sorsan aklı köydeki ağıldaydı. Üç beş hayvan ile biraz da tavuk alıp tarla ile uğraşmak hem çok para kazandırırdı hem de bu “gâvur elinde hela paklamaktan” kat be kat iyiydi. Ramazan’da köyde iftar gibisi var mıydı hem? Bir mutsuz vardı evde: Küçük oğlan Kerim. Tam da ilkokulu Almanya’da bitirmiş, iyi kötü arkadaşlar edinmiş, yeni yeni planlara dalmıştı ki… Kim bilir belki plan değil hayâldi, şimdi hayâlden öte hülyaydı.

İstanbul’a geldiklerinde heyecanları yerini derin bir huzur ve mutluluğa bıraktı.

Ev halkı toplanmaya başladı. Kızlar ve Latife Hanım giderayak birkaç hediye filan bakıyorlar, köydeki eş dost akrabadan gönlünü almak istediklerine eli boş gitmek istemiyorlardı. Tüm bu heyecan içerisinde bir kıyıya çekilmiş eşya toplayan Kerim, kimseye bir şey demiyor ancak içinde belki denizler taşıyordu. Tüm bu olanları anlamak, anlamlandırmak kolay değildi o an. Zira ilk okulu bitmiş ve arkadaşlarından ayrılacak bir çocuktu hepi topu.

İstanbul’a geldiklerinde heyecanları yerini derin bir huzur ve mutluluğa bıraktı. Sanki herkes tanıdıktı. Neredeyse insanlara sarılıp ellerini öpeceklerdi. “İlle vatan ille vatan” diyordu Tahir Bey. Haydarpaşa’ya geçtiler. Tren saatine epey vardı. Denizi izlediler, ezanı dinlediler, bayrağa baktılar. Latife Hanım ağlayıverdi. Sonra güldü, tekrar ağladı. Az ilerideki büfeden simit aldı Tahir Bey. Bir de çay. Ohh! Ne güzel bir karar vermişlerdi. Şu ikindi ezanı! Sesine nefesine sağlıktı be hoca! Kerim de İstanbul’u görüp o ezan sesini duyduktan sonra biraz toparlanır gibi oldu.

Zaten yapacak da bir şeyi yoktu. Hayat devam ediyordu.

İçi sıcacık oldu o an. Tren vakti geldi. Tren yürüdü. İşte memleket! “Bir gün dönebilir miyiz?” diyerek yürek sızısını dualara, duaları salavatlara katan Latife Hanım, tren yolunun yanındaki köyünün minaresini görünce yine duramadı, ağladı. İstasyona ayak bastılar ya, büyük olan Allah’a ne kadar hamd edilse azdı. Yarın sabah hemen annesiyle babasının kabrini ziyaret edecek, müjdesini verecekti. Babası az telaş etmemişti o giderken. Ya eşi onu bıraksaydı, bir Alaman avradıyla… Ya ortada kalsaydı ya başına bir iş gelseydi, torunlar gâvur gibi olsaydı vay! Çok şükür. Hiçbirisi olmadı ve işte dönmüşlerdi. Hemen birkaç hafta içerisinde yerleşildi. Kerim ilçedeki okula kayıt edildi. Ortaokulu orada okuyacaktı. Köyden kendisiyle birlikte dört çocuk daha vardı. Muhtar her gün çocukları götürecek, akşam da getirecekti. Aileler de muhtara buğday, arpa, turşu, tarhana vereceklerdi. Aylar geçti ancak Kerim bir türlü okula adapte olamadı. Böyle geldi gitti günler ve okul bitti.

Böyle geldi gitti günler ve okul bitti.

Tam da o yıl, Tahir Bey bir öğlen sonrası “biraz uzanıvereyim” diyerek geçtiği odasında öle kaldı. Şimdi yeni bir hayat başlıyordu. Fazıl ağabeyi evlenmiş ve evini zaten ayırmıştı. Habibe ablası komşu köye gelin gitmişti ve Zarife ablası da bu yaz evlenip şehre göçecekti. Kerim, annesi Latife Hanım’dan izin istedi. “Şehre gideyim, bir iş bakayım ana. Düzen tutunca seni de yanıma alayım. Babamın emekli maaşı sana yeter. Az sabret ana! Az sabret!” Sabretti Latife Hanım, yılları geçirdi. Patikler, yelekler, hırkalar örüldü ve bitti. Çıralar toplandı, odunlar yakıldı, kışlar geçti. Tarhanalar serildi, biberler ipe dizilip asıldı, üzümler toplandı kurudu, yazlar geçti. Bu arada Kerim de evlenmişti. Bir nikâh ve hemen yakın akrabaya bir yemek ikramı ile bitirdiler merasimi. Ancak olmadı. Bir türlü o anasına “sabret” diyerek gittiği şehirde düzen tutmadı. En son bodrum kat iki göz, bir antre ile banyo, tuvalet ve mutfaktan hasıl dairede oturmak karşılığı apartman görevlisi olarak çalışmaya başladı.

Sabretti Latife Hanım, yılları geçirdi. Patikler, yelekler, hırkalar örüldü ve bitti. Çıralar toplandı, odunlar yakıldı, kışlar geçti. Tarhanalar serildi, biberler ipe dizilip asıldı, üzümler toplandı kurudu, yazlar geçti…

Çok konuşmuyor, başı önde girip çıkıyor arada da tütün çekiyordu.

Maaş yoktu ya sigorta yatıyordu en azından. Dairelerin ekmeklerini ve sularını alıyor, akşam çöpleri topluyor, bahçe temizliğini yapıyordu. Arta kalan vakitlerde de dışarda ufak tefek işlere gidiyordu. Çok konuşmuyor, başı önde girip çıkıyor arada da tütün çekiyordu. İyi kötü bir de Reno Toros stayşın alabilmişti. Eşi Zehra da çalışmasa alamazlardı ya, neyse ki hem de tutumlu kadındı. Köye son gidişinde anası Latife Hanım’ı pek iyi görmemişti.

Fazıl ağabeyinin hanımından boşanması, sonra hayvan sayısını artırayım derken banka borçlarına girip içinden çıkamaması Latife Hanım’ı da yormuş, üzmüştü. “Ana, gel bize yerleş. Babamın maaşını ver ağabeyime madem. Belli ki çok kötü durumu. Biz bakarız sana. Bak bodrum kat diye dert etme, camdan gök görünüyor, tespih çeker izlersin” dedi yarımca gülerek. Razı oldu Latife Hanım. Geldiler şehre. Sabah namaza kalkınca çay suyunu koyuyor, o arada namazını kılıyor, Zehra gelin de kalkınca çayı demleyip kahvaltıyı hazırlıyordu.

Büyük kız Züleyha, sanki babası Kerim’in ahdini hayattan alır gibi tıp fakültesi kazanmıştı. Bu yıldan sonra iki yılı kalıyordu. Oğlan da semtteki meslek lisesine yazılmıştı. Efendi çocuktu. Sigarası içkisi, kötü alışkanlığı yoktu. Böyle geçiyordu günler… Bir gece yarısı apartmanın önüne bir ambulans yanaştı. Apartman sakinlerinin pek çoğu pazar gecesi olduğundan yatmış, ertesi sabah başlayacak haftanın stresine dalmışlardı bile. Apartman yöneticisi emekli Sırrı Beylerin dairesi ile yine iki emekli dairesi dışında ışık yoktu. Sırrı Bey balkona hava almaya çıktığında ambulansı görünce merak etti. Kime, kaçıncı kata, hangi komşuya gelmişti acaba? Derken kapısı çaldı. Apartman görevlisi Kerim’di gelen. “Sırrı Bey kusura bakmayın rahatsız ediyorum. Işığınızı görünce geldim, yoksa gelmezdim, özür dilerim. Anam


Cenaze aracı yürüdü, cenaze morga alınacaktı bu gece.

… Anam…” dedi yutkundu.

Sırrı Bey belediyeyi aradı. Cenaze aracı istedi. Cenaze aracı geldi. Kerim, oğlu Sadık, komşu apartmanın görevlisi Osman ile oğlu Faruk naaşı tabuta aldılar. Bu arada gürültü yapmadan, kimseyi rahatsız etmeden hareket etmeye çalışıyorlardı. Fısıltılar hâlinde “Şuradan, dur şöyle çekiver, kaldır kaldır abi, tamam hah!” diyerek birbirlerine yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Cenaze aracı yürüdü, cenaze morga alınacaktı bu gece. Ertesi gün köyde defnedilecekti. Sadık cenaze aracına bindi, Kerim de kendi Reno Toros stayşını ile arkadan gelecekti. Bir an durdu, arkasından baktı cenaze aracının: “Yaaah ana…” dedi. Bir ömür geçti o iki kelimede. Bir ömür bitti o kelimede… Ve işte o an anladı kırk yıl önce neden döndüklerini. Vallahi anladı. “meğer” dedi hamd etti, bodrum katın penceresi idi vuslat.