Bürokrasi strikes back!

HAKAN ARSLANBENZER
Abone Ol

Türkiye Cumhuriyeti devleti bir mefhum olarak Türklerin en geç bin yıllık devlet çizgisinin devamı olduğu hâlde, fiziksel anlamda 18. yüzyıldan beri kesin biçimde Batı Avrupa’ya angaje olmuş, kendini seçilmiş kabul eden bir bürokrat topluluğunun işgali altındadır. 1950’den itibaren halkoyuyla iktidara gelen siyasetlerin gayreti bürokrasiyi siyasi önderliğin çizgisine sokma yolundadır.

Bir Aziz Nesin hikâyesinin içindeyiz.

Hikâye şöyle:

Dördüncü çocuğum Murat’ın nüfusunu çıkarayım diye Üsküdar Nüfus Müdürlüğü’ne gittim. Elimde doğuma nezaret eden doktorun kaşeli, imzalı raporu. Nüfus Müdürlüğü yekten “Kabul edemeyiz.” diye raporu elime verdi. “Evde Doğum Beyanı” diye bir şey doldurttular. Bunu da İstanbul Halk Sağlığı Hizmetleri Başkanlığı’na gönderdiler. Tahkikat için. Bir hafta on gün sürer dediler. Pekey dedik, ne diyeceğiz. Halk Sağlığı, tahkikatı nasıl yaptı dersiniz? Bizim doktoru arayıp rapor istedi. Ha evet o, Nüfus Müdürlüğü’nün kabul etmediği rapor. Ben ibraz edince kabul etmeyip iki buçuk ay sonra aynısını istediler. Buraya kadar tipik bürokrasi dandikliği. Bundan sonrası ise bilmiyorum ne desem; korku filmi, espiyonaj hikayesi, Çin işkencesi, Kafka romanı...

Birçok insandan aynı şeyi duyuyorum: 15 Temmuz hiç olmamış gibi. Bence daha da fazlası: 15 Temmuz olmuş, ama tersine. Fethullahçılar işbirlikçi Kemalistleriyle birlikte darbeyi yapıp iktidara gelmişler.


Muhtemelen hepsinden biraz. Halk Sağlığı Hizmetleri Başkanlığı, namı diğer Kafka’nın Şatosu, tahkikatı tamamladıktan sonra dosyayı Nüfus Müdürlüğüne göndermedi. Neden? “Bu konuda size bilgi veremeyiz.” Peki ne zaman göndereceksiniz? “Tarih veremeyiz. Komisyonun toplanması gerekiyor.” Dedim ki: Komisyon acaba çocuğun doğduğuna mı doğmadığına mı karar verecek? Sonra da şunu sordum: Komisyon kimlerden oluşuyor? “Komisyonun kimlerden oluştuğu bilgisini paylaşamıyoruz.” Peki ne zaman toplanacak? “Henüz tarih belirlenmiş değil.”

CİMER’e şikâyet ettik İstanbul Halk Sağlığı Hizmetleri Başkanlığı’nı. Cevap Üsküdar Nüfus Müdürlüğü’nden geldi: “Halk Sağlığı Başkanlığı’ndan gelecek yazıyı bekliyoruz.” Kafayı yediniz değil mi? Bugünlerde herhangi bir devlet kurumunun herhangi bir işleminde bununla karşılaşabilirsiniz. Orta Asyalı bir tanıdığımız ikamet izni için sağlık raporu almaya, devletçe belirlenmiş hastaneye gidip kan verdi. Kan sonucu almak için gittiğinde, 182’yi arayıp randevu almadan gelmeyin diye kovmuşlar hastaneden. 182 yabancılara randevu vermiyor. Milli Eğitim Bakanlığı bir genelge yayımlayarak okullarda öğretmenler kurulunun Atatürk konusunda toplanmasını emretti. Yanlış okumuyorsunuz, 2018’in Türkiye’sinde, Avrupa’nın orta yerinde, her okulun öğretmenler kurulu toplanıp çocuklara Atatürk’ü nasıl şey yaparız, diye kararlar alacak. Emir bu. Demiri keser demişler. Dahası var ama: Aklı dumura uğratır, tarihi tersine çevirir, gerçeği inkâr eder, sahteyi delil, delili deli saçması hükmüne geçirir.

1979 Türkiye’sindeyiz ama kendimizi 2018’de falan sanıyoruz.

Birçok insandan aynı şeyi duyuyorum: 15 Temmuz hiç olmamış gibi. Bence daha da fazlası: 15 Temmuz olmuş, ama tersine. Fethullahçılar işbirlikçi Kemalistleriyle birlikte darbeyi yapıp iktidara gelmişler. Sosyolojik perspektiften söyleyecek olursak, bürokrasi bir süredir kısmen siyasete kaptırdığı liderliği geri almış, milletin anasını ağlatıyor yeniden.

Türkiye’nin üzerinde bir hayalet dolaşıyor, Kemalizmin hayaleti
Cins

Döviz kuru da patladığına göre, kesin olarak öyle olmuş olması gerekir. 1979 Türkiye’sindeyiz ama kendimizi 2018’de falan sanıyoruz. 15 Temmuz? Bizim gördüğümüz bir rüyaydı. Kâbus olarak başlayıp günün ilk ışıklarıyla birlikte tepeden tırnağa yediden yetmişe şerefe dönüşen bir rüya. Siyasetçilerin olduğu kadar bürokratların da mabadını kurtardığımız(ı sandığımız) hayatımızın rüyası. Yani rüya gibi rüya.

İslamcılık noktainazarına göre, hayale de ütopyaya da üstün olan. İki sene o rüyanın etkisiyle hayat sürdük. Polislerle bile yerine göre, bırakmak lazım zararlı ama, sigara alıp verdik. Valilerle oturup kalktı üniversiteli gençler. Mahkemelerin adaletsiz kararları bozuldu, yeniden yargılamanın yolu açıldı. İşini doğru ve dürüst yapmayan her memuru bir korku sardı. İki yıl bir korkunun geçmesi için yeterli süre. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tur şirketi sahibine bırakılması için mesela. Biz Bakanlık’tan mahut çevrelerin arpalığı gibi davranmayı bırakıp Türkiye’nin öz kültürüne katkı ve destek veren bakanlık gibi bakanlık olmasını bekliyorduk. Bu yöndeki gelişmelerle de gurur duyuyorduk.

  • Kültür Bakanlığı’nın 2018 performansı? Tıs. “Tıs” diye bir kelime yok Türkçede. “Tırıs” var, daha doğrusu “tırıs gitmek”. Hızlı gitmek, hızlı kısa adımlarla hareket etmek demek. Kültür Bakanlığı şaha kalkmış da değildi, sadece tırıs gidiyordu; bu da bir ritim doğurmuştu. Sonra? Tıs. Olmayan kelime.

Lastiğin hava kaçırmasından mülhem uydurulmuş ifade. Hava kaçıranın sadece kıymetlimiz Kültür Bakanlığı olmadığını, dolar fırlayınca daha net görmüş olduk. Tedarik zincirinin tamamı veya tamamına yakını Türkiye’de yapılan ve üretilen mal ve hizmetlere dahi yüzde 25 kadar zam geldi. Aynı sırada Maliye Bakanlığı’nın yüzde 95’lere varan vergi afları gündeme geldiği için canımız iki kere yandı tabii.

Ben 1971 doğumluyum; yarım gün tüp gaz kuyruğunda bekledikten sonra, günün kalanında kıyma (evet kıyma, et kıyması) kuyruğunda beklemenin insana verdiği yılgınlığı bilirim. Ben sekiz yaşındayım, Müseyip ağabeyim on üç yaşında; sabahtan akşama kadar kuyruklara girip çıkarak evin ihtiyaçlarını tedarik ediyoruz. Ve bazen bir malın fiyatı kuyruğun başından sonuna doğru saatler içinde artabiliyor.

Acaba seçkin bürokratlara yurtdışı gezisi tertip edip, dönüşte sınır kapısından sokmasak, bu memleket ne kaybeder? Birçok bürokratın çocuğu ve dahi bürokrasiyle iş çeviren sermayenin çocukları yurtdışında ömür sürerken, babaları oğulların yanına gönderiversek ne çıkar?

Yani demem o ki, bana şahsen koymaz. Ben gazyağı lambasıyla aydınlanan bir evde yaşadım yedi yaşına kadar. Sobada tezek yakıyorduk; yazları bulaşıklar derede yıkanıyordu vesaire. Ama hayat bu değil artık. Bürokrasinin kendini yani menfaatlerini, halk kalabalıklarından ayırıp Frenk mukallidini oynadığı on yıllar, ne on yılları, yüz yıllar geride kalmış olmalıydı. Sadece mevcut iktidar açısından söylemiyorum bunu. Türkiye en azından 1950 yılından beri siyaset lokomotifini bürokrasi vagonlarının önüne koşmaya gayret ediyor. On yılda bir tren kazası yaşasak da, bürokrasinin kendini Allah sandığı dönem geride kaldı artık. Gerçi doktorlar ve taksiciler kendilerini hâlâ Allah yerine koyabiliyor duruma göre. Elimizi kaldırınca durup bizi alan, aracı hurdaya çıkmamış, kemençe radyosuyla kulak zarımızı patlatmayan, kabini sigara kokmayan, bizi gideceğimiz yere normal bir hız ve yol tutuşla götüren ve taksimetrenin yazdığı para dışında bir talebi olmayan taksiciye rastlayınca şaşırıp kalıyoruz. Tuhaf tuhaf bakıyoruz taksinin arkasından.

  • Yahut doktor bizi gördüğü anda “Çık dışarı!” demeyip muayeneye alırsa, sorularımıza cevap verirse, ilaç şirketinin kotasını doldurmak için 155 kutu ilaç yazmazsa, bizi kaba, cahil ve geri zekâlı yerine koymazsa ağlayacak gibi oluyoruz.

Mübalağa sanatı yaptığımı düşünen varsa şiddetle yanılıyor. 17. yüzyıldan beri Türkiye’de nüfus, gittikçe daha derin biçimde ezici yetkililer ve ezilen yetkisizler olarak ikiye bölünmüş ve bölünmektedir. Bürokrasi yahut eski deyimle aydınlar ile halk, iki ırk gibi birbirinden ayrılmış durumda. Unutmayalım ki mevcut iktidar da aynı soydan ataları gibi, liberal ekonomik politikalarla geldi ve devleti küçük ve işlevsel hâle getirmeye yemin etti. Fakat neticede, istihdam açığı nedeniyle, 2 milyon olan memur sayısını 3 milyona çıkardı.

Bürokrasi yahut eski deyimle aydınlar ile halk, iki ırk gibi birbirinden ayrılmış durumda.

Devlet küçülmedi, büyüdü; bürokratik engeller yer yer azalmış görünürken, günlük hayatımızdaki resmî işlem ve işlemci yani memur sayısı arttı.

Bunun sosyolojik karşılığı, bürokrasinin artık normal bir Türk’ün hayatına eskiye oranla daha fazla karıştığı gerçeğidir. Devletin her zamankinden daha fazla sistemleştiği ve merkezileştiği bugün, birçok yapısal sorunun kaynağında kendini idrak tarzı yatıyor. Bürokrasi kendini maaş karşılığı kamu hizmeti veren kişiler topluluğu olarak görmeye yanaşmıyor. Siyasetin bürokrasiyi işler hâle getirme yolunda ortaya koyduğu eylem ve söylemler, mevzuat denilen tabuya takılıp kalıyor, elektrik teline takılan uçurtma gibi. Bürokrasi ve devlet Alman halkına önderlik edebilir.

Alman olmak, Japon olmak böyle bir şeydir. Bu iki ülkenin erken modern dönemlerden beri geliştirdiği bürokratik yapılar, yetersiz fiziksel imkânlara rağmen, halkı kurallara uyan ve toplu hareket eden, tek homojen grup hâline getirmek yoluyla belli başarılar elde etmişlerdir. Alman ve Japon orta sınıflarıyla devlet ve bürokrasi ayırt edilemez. Liberal Batı’da ise devletler, sivil toplum tarafından kuşatılmış, yüksek fiziksel imkânları (dünyanın geri kalanını istismar etmek de buna dâhil) kendi unsurları olarak gördüğü nüfus kesimlerine özgürlük olarak yansıtan birer “medium” olarak hayat bulmaktadır.

"Baba beni darbeye götür"
Cins

Türkiye Cumhuriyeti devleti bir mefhum olarak Türklerin en geç bin yıllık devlet çizgisinin devamı olduğu hâlde, fiziksel anlamda 18. yüzyıldan beri kesin biçimde Batı Avrupa’ya angaje olmuş, kendini seçilmiş kabul eden bir bürokrat topluluğunun işgali altındadır. 1950’den itibaren halkoyuyla iktidara gelen siyasetlerin gayreti bürokrasiyi siyasi önderliğin çizgisine sokma yolundadır.

  • Ecevit’in akıntıya kürek çektiğine de şahit oldu bu gözler, Özal’ın memuriyeti değersizleştirme çabalarına da. Ne var ki Turgut Özal dahi, işi o yıllarda “prens” denilen dünya sistemi memurluğundan gelme bürokratlarla götürmeye çalışıyordu.

Kemal Derviş veya Ali Babacan tarzı “yetişmiş”, “dünya çapında iş deneyimi olan” bürokratlar istisna değil kuraldır, Türkiye bürokrasisinin uzun tarihi içinde. Şimdi elimizde ne var? 1) Mevcut iç ve dış krizleri kendi içinde çözmeye çalışan bir siyaset. 2) Dünya yıkılsa iş garantisini kaybetmeyecek, mevzuat heyulasıyla siyasete dokuz doğurtan, halkı kendi altı olarak gören bukalemun bürokrasi. 3) Günün yarısını emek vererek, diğer yarısını da emeğinin mahsulünü kaptırmamaya çalışarak geçiren on milyonlar. “Daireyi adalet” geliyor aklıma. Bürokrasiyi bu hâliyle bir yere koymakta güçlük çekiyorum.

Acaba seçkin bürokratlara yurtdışı gezisi tertip edip, dönüşte sınır kapısından sokmasak, bu memleket ne kaybeder? Birçok bürokratın çocuğu ve dahi bürokrasiyle iş çeviren sermayenin çocukları yurtdışında ömür sürerken, babaları oğulların yanına gönderiversek ne çıkar?