Keçi sütüyle şiirin hikmeti arasında nasıl bir bağ kurulabilir?

OSMAN TURHAN
Abone Ol

Şiiri anlamanın yolu biraz da şairini tanımaktan geçiyor. Zira değerlerimizi sadece bir slogan gibi yazan değil; bizzat özümseyen ve yaşayan şairlerin, okurunun gönlüne tesir edebileceğini düşünüyorum.

İyi şiir, samimi okurunu kendine çeker. Beni de kendine çeken şiirler var. İslami ve kültürel değerlerimizin imgelerinden beslenen mısralara her zaman kulak kesilir, anlamaya çalışırım. Bazen bir mısra açıldıkça açılır, derinleştikçe derinleşir zihnimde. Elbette şiiri anlamanın yolu biraz da şairini tanımaktan geçiyor. Zira değerlerimizi sadece bir slogan gibi yazan değil; bizzat özümseyen ve yaşayan şairlerin, okurunun gönlüne tesir edebileceğini düşünüyorum. Biyografilere göz atmamın sebebi de tam olarak bu. Şairi o ideale, vizyona ve olgunluğa getiren süreci, yaşadığı coğrafyayı tanımak istiyorum. Şairin veya daha geniş ifadeyle sanatçının yaşadığı coğrafya, içine doğduğu konjonktürel iklim ve dünya görüşü; doğal olarak ortaya çıkan ürünün niteliğini ve çerçevesini belirliyor.

İnsanın geçmişi, onun geleceği hakkında fikir verir. Ağacın kökü sağlam değilse, derinlere tutunup toprağın özünden beslenmiyorsa, o ağacın hayata tutunması, çiçek açması, yeni filizlerle gelişip büyümesi, serin ve huzur kaynağı bir gölge olması, en önemlisi de meyve vermesi mümkün olmaz. Bu bağlamda bazı şairlerin biyografilerine baktığımda, daha ziyade Türkmen Yörüklerinin ayak izlerinin olduğu coğrafyada yaşadıklarını gözlemledim. Bu durum da beni Yörüklük ve şairlik üzerine biraz düşünmeye sevk etti. Zira bunun bir rastlantı olmadığı kanaatindeydim. Elbette, aslen bir Yörük olmamın da bunda payı var.

Yörüklerin en belirgin besin kaynağının keçi eti ve sütü olduğunu biliyoruz. Tasavvuf literatüründe, yiyip içtiklerimizin karakterimize doğrudan tesir ettiğini hesaba katarak, etini yediğimiz, sütünü içtiğimiz hayvanın da ne yediğine bir bakmak gerekir diye düşündüm. Keçilerin otlanma alışkanlıklarına bir göz attığımda, sıra dışı bir özellikleri olduğu göze çarpıyor. Keçiler, sıradan bir otobur hayvandan farklı olarak, her otu yemeyip sadece şifalı otları seçerek yiyorlar. Bu, son derece dikkat çekici bir özellik kanaatimce. Keçi sütünün besleyici ve iyileştirici özelliği hepimizin malumu. Bu da yalnızca şifalı otları yemesinden kaynaklanıyor. Ben de keçinin Yörüklerin karakterine hatırı sayılır katkısını fark ettikten sonra “keçiler ve şairler” temelinde düşünmeye başladım.

Esasen beni bu sıra dışı hayvan hakkında düşünmeye iten başka bir sebep de bir şair; daha doğrusu bir dize oldu: Sezai Karakoç’un Hızır’la Kırk Saat şiirindeki bir mısra: “Yeni ve keskin bir bilgelik keçilerde.”

İlk okuduğumda beni yakalayan bir dizeydi bu. Çok dikkat çeken bir dize olmadığını düşünebilirsiniz. Fakat aslen Yörük olmakla beraber bir şiir sevdalısıysanız, bu dizenin hemen sizi yakalayıvereceğini kabul edersiniz. Sadece bu mısra değil elbette, Üstad Karakoç’un neredeyse her mısrası birer altın lira gibidir. Değerinin farkında olarak bozdurmaya çalışırsanız açıldıkça açılır, genişledikçe genişler. Dönüp dönüp okursunuz. Mısra âdeta zihninizde bir sancağa dönüşür. Anlamasanız da sizi kendine çeker, etkiler. Mısradaki “bilgelik keçilerde” vurgusu üzerine biraz düşünelim. Çocukluğumu Toroslar’ın yamaçlarında, bir dağ köyünde; zaman zaman keçi çobanlığı da yaparak geçirdim. Toroslar, Yörükler ve tabii keçiler için verimli, güzel bir yurt olmuştur. Yüksek irtifalı, bol oksijenli, sarp dağlar…

Keçi, dağların sarp kayalıklarında, uç noktalarda yürüyen çevik bir hayvandır. Her zaman zor yolu tercih eder. Kayalık, dik ve sarp geçitlerdir bu yollar. Diğer keçilerle birlikte yaşamayı bilse de “sürü” gibi davranmaz. Keçi her otun önünde durmaz. Her gördüğünü yemez. Şifalı otları bilir. Zehirli otla ilgilenmez. Âdeta şifalı otun -bir diğer ifadeyle hakikatin- peşindedir. Hakiki şairlerin de birer bilge insanlar olduğu kanaatinde biri olarak, soruyu şöyle sormak istiyorum: “Şair de böyle değil midir?” O da her kelimeyi yazmaz. Her sözü dile getirip boş konuşmaz. Kelimenin ağırlığını bilir, sözü eğip bükmez. Hangi kelimeyle gönül açılır, hangi kelimeyle ruh incinir ve onarılır; onu da bilir. Tıpkı “keçi” gibi seçer kelimesini. Hikmetin, özün, şifalı kelimenin peşindedir. Keçi, ancak sarp geçitlerden, zor yollardan inatla geçerek şifalı ota ulaşır. Aynı şekilde bir şair de mananın özüne, anlamlı mısraya inatla kavuşmayı amaçlar. Buradaki “inat”, sebat ve kararlılıkla doğru bildiği yoldan şaşmamak olarak tanımlanabilir. Her ikisinin de aradığı şey saf ve temiz olan yani özdür. Dolayısıyla keçinin sütü nasıl ki bedene şifadır; hakiki şairin şiiri de kalbe huzur, ruha şifadır.

Velhasıl, manevi hassasiyeti olan ve memleket meselelerini dert edinen şairlerin aslen Türkmen kanı taşıması, yani Yörük olması; kanaatimce tesadüf değildir. Dağların temiz havası, geniş ufuk, hayvana ve bitkiye hürmet, zorluklarla başa çıkma yeteneği, doğayla iç içe bir hayat… Bu yaşam biçimi, sadece bir yerden bir yere mevsimsel zorunlulukla gerçekleşen göç demek değildir. Bu, bilinçli bir devinim ve bir irade göstergesidir. Yenilenme, tazelenme arayışıdır. Bu atmosferde büyüyen bir Yörük çocuğu, elbette ki kelimeleri şifalı birer ot gibi ayıklayacak, hakikati tarif etmek üzere seçecek vizyona erişir. Modern insanın “kendini gerçekleştirme” ideali, bir Yörük için rutindir; gündelik bir konudur. Yörüklerin yaşam tarzına baktığımızda, sade ama hikmetli bir hayat sürdüklerini görürüz. Doğada yaşarlar ama doğaya zarar vermezler. Doğayla barışık ve dayanışma hâlinde bir hayat süren erdemli insanlardır. Temiz hava, geniş ufuk, temiz (helal) lokma ve halis düşünce ile erdemli hale gelen insan, eline kalem aldığında bir cevhere dönüşür. İçinde bulunduğu toplumu olumlu anlamda dönüştürme vizyonu olan bir “diriliş eri” hâline gelir. Beslenmenin ve yaşanılan çevrenin, insanın ruh hâline, düşünce tarzına, hatta estetik anlayışına tesir ettiğini inkâr etmek mümkün değil. Hele ki tasavvuf geleneğinde “helal lokma” meselesinin, insanın kalbinin ve ruhunun arınmasına etkisini düşününce, konu daha da önem kazanıyor haliyle.

Dolayısıyla, keçi sütüyle beslenen bir bedenin, dağ havasıyla yıkanmış bir ruhun şiire yatkın olması pek tabii mümkündür. Bu yüzden evet, “Keçiler ve şairler ile keçi sütü ve şiirler arasında bir bağ vardır.” demek, oldukça anlamlı ve latif bir çıkarım sayılabilir. Yaşadığımız enformasyon ve hız çağında, ses ve görüntü bombardımanı altında mana arar vaziyetteyiz. Bu ahvâlde keskin bir bilgelikten bahsetmek ise her geçen gün zorlaşıyor. Peki, bilgeliği nerede arayacağız; nasıl ulaşacağız o erdemli vizyona?

Akademik unvanlarda, amfilerde, tozlu raflarda, ışıltılı vitrinlerde, parlak ekranlarda veya şehir karmaşasında bulamayacağımız çok açık. Belki de sarp yamaçlarda, dik yokuşlarda, yüksek dağlarda, kekik kokan vadilerde… Yani keçilerin ayak izlerinde aramamız gerekiyor.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.