Müslümanların çocuk edebiyatıyla imtihanı

ÖMER YALÇINOVA
Abone Ol

İdealleştirme, Müslüman sanatçıların önündeki en büyük handikap. Oysa sanat, mevcudu en güzel şekilde anlatmak değil midir? Anlatımın güzelliğinden söz ediyoruz, edebi sanatlardan yani. Yoksa anlatılan şeylerin güzelleştirilmesinden değil. Mevcudun, eksik olmayan hâlini düşünmek, bulmak ve yazmak değildir sanat. Çocuklara yaklaşırken sanatın gücünü kullanmak istiyorsak bunu unutmamamız gerekiyor.

Müslümanlar öykü yazarken cami, namaz, iftar vakti, Kudüs ziyareti, Peygamberler tarihi, tesettürün savunulması gibi konularda neden inandırıcılıklarını kaybediyorlar diye düşünüyordum.

Ahmet Sarı’nın Başlangıcı Olmayan Bir Şeyin Sonu’nu (Hece Yayınları, 2015) okuduğum sıralarda Müslümanlar öykü yazarken cami, namaz, iftar vakti, Kudüs ziyareti, Peygamberler tarihi, tesettürün savunulması gibi konularda neden inandırıcılıklarını kaybediyorlar diye düşünüyordum. Normalde çocuk kitabı ve dergisi okumak gibi uğraşlarım yoktur. Serde tashihçilik olduğundan bazı “dini” çocuk kitap ve dergilerini mecburiyetten okudum. Oradaki hikâyeler özellikle dikkatimi çekmişti. Çünkü çok “çocukça”ydı hepsi de. Oysa çocuk edebiyatı, çocuk şiiri ve çocuk hikâyesi diye bir şey varsa, bunların “çocukça” olması gerekmiyordu. “Çocukça”dan kastım; basit, inandırıcılıktan yani gerçeklikten uzak, düşündürmeyen, sırf bazı düşünceleri zihinlere zerk etmeye yönelik, çocuğa adeta “Senin kafan çalışmaz, şu dediklerimi ezberle, kabul et yeter,” dercesine yazılmış hikâyelerdi. Hikâyelerde öğreticilik olmaz değildi, olabilirdi. Ama öğreticilik böyle bir şey değildir. “Tamam mı güzel yavrum?”, “Değil mi sevgili anneciğim?”, “Sevgili dedeciğim…” gibi hitap ve cümleler, konuyu bütünüyle saha dışına çıkarıyor, dikkati dağıtıyor, okumayı zorlaştırıp, verilmek istenen mesajı da unutturuyordu.

Sahtelikten sadece çocuklar değil hiç kimse hoşlanmaz. Ve çocuk “Bunlar sahte/yapay,” düşüncesine kapıldığında hiçbir güzel, hak, hakikat mesajını almaz. Edebiyat yapıyoruz bir de! Yani şiir, hikâye demek, edebiyat demektir. Edebiyat, sahicilik duygusu uyandırmalıdır, sahici şeylerden söz etmese bile. Yığınla kitap vardır ki, gerçekleştiğine dair hiçbir mantıklı çıkarımda bulunamayacağımız binlerce olaya, binlerce insanı inandırmayı başarmıştır. Bütün masal kitaplarını buna dâhil edebilirsiniz. Bütün mesnevi, cenkname, destan, velayetname, roman ve hikâyeleri de öyle. Fakat bizim “dini” diye vasıflandırılan, işte namazı sevdirmek, yardımlaşmayı, merhameti, ahlâklı olmayı benimsetmek için yazılan hikâye ve masallarımız inandırıcılıktan uzak oluyorlar. Dolayısıyla sahicilik ve gerçeklikten de uzak oluyorlar. Oysa bu, ilk şarttır. İlk gerekli şarttır: inandırıcılık. Çünkü çocuğa bir şeylerin öneminden söz etmek istiyorsun. Gaye bu. Ama amaca ulaşmak için başvurulan yol ve yöntem yani masal ve hikâye okuyucuyu neredeyse tam tersi bir noktaya (yapay, olmayan, belki olması umut edilen, toz pembe bir hayale) taşıyor.

Edebiyat, sahicilik duygusu uyandırmalıdır, sahici şeylerden söz etmese bile.

Sonuçta başarılı olamıyorsun. Vaktin boşa gidiyor. Kâğıdıydı, basımıydı, tasarımıydı; kargosu, tashihi, dağıtımı… Her şey boşa gidiyor. Çünkü o çocuğa sen ulaşamıyorsun. Ulaşmayı bu kadar isterken… Ahmet Sarı’nın hikâyeleri bu konuda açıklayıcı bir örnek olabilir. Benim denk geldiğim hikâye ve masallarsa, kötüye örnek. Mesela Müslüman bir yazar camiyi anlatırken, onu idealleştiriyor. Yani mevcutta olan cami ona yeterli gelmiyor. O, hayalinde güzelleştirdiği, adeta cennetten bir bahçe hâline getirdiği camiyi anlatmaya başlıyor. Oysa öyle bir cami yok. O senin duygu ve düşüncelerin sadece. Senin duygu ve düşüncelerini ise okuyucunun bilmesi mümkün değil. Anlattıklarından da zaten o duygu ve düşünceler anlaşılmıyor. Veya camideki diyaloglar. Yukarıda örneğini verdiğim gibi “Canım anneciğim,” diye konuşan çocuklar, “Sevgili güzel yavrum” diye cevap veren anneler. Bizi mevcut dünyadan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Eğer çocuğu camiye getirmek istiyorsan, camiyi olduğu hâliyle anlatman lazım. Çünkü gerçek, her türlü yapaylıktan daha çok ilgiye layıktır.

İdealleştirme, Müslüman sanatçıların önündeki en büyük handikap. Oysa sanat, mevcudu en güzel şekilde anlatmak değil midir?

Yoksa camiye gelen çocuk, okuduğu hikâyeyle gerçek arasındaki farkı -inanın bizden önce- fark edecektir; aldatıldığını zannedip belki de gerçeği istemeyecektir. Bilemiyorum. İdealleştirme, Müslüman sanatçıların önündeki en büyük handikap. Oysa sanat, mevcudu en güzel şekilde anlatmak değil midir? Anlatımın güzelliğinden söz ediyoruz, edebi sanatlardan yani. Yoksa anlatılan şeylerin güzelleştirilmesinden değil. Mevcudun, eksik olmayan hâlini düşünmek, bulmak ve yazmak değildir sanat. Çocuklara yaklaşırken sanatın gücünü kullanmak istiyorsak bunu unutmamamız gerekiyor. Camide çocuklar koşarken veya kıkırdarken rahatsız olan huysuz dedelerin hâl ve hareketleri bile anlatılabilir. Konu zaten özünde sevimli ve caziptir. Buna “Canım yavrum, camide sessiz olacaksın, kimseyi rahatsız etmeyeceksin, sessizlik çok önemli” gibi bütünüyle didaktik, çocuğu belli bir şekle sokma uğraşından başka bir şey olmayan diyaloglar eklemek, konunun özünde mevcut olan sevimliliği de ortadan kaldırır. Daha doğrusu sanatın tesirini azaltır.

O yüzden biz camiyi hakkıyla anlatabilsek, Müslümanı olduğu şekliyle sanatımıza sokabilsek, cami ve Müslümanların çekiciliği, yazdıklarımıza da yansıyacaktır. Ve bu yeterli olacaktır. Onlara ek kıyafetler dikmek, hayal dünyamızdan şeyler eklemek, olmadığı hâliyle, yani idealleştirilmiş hâliyle muamelede bulunmak mevcut çekiciliği de ortadan kaldırır. İbadet, peygamber, cami, Kudüs veya türbelerin ayrıca sevimli gösterilmeye ihtiyaçları da yok zaten. Çocuğu, dedeyi, anneyi gerçek hayatta kurmayacakları cümle ve sözlerle konuşturmak da sakıncalı. Onların da buna ihtiyaçları yok. Mesele aslında bu hikâye ve masalları gerçek sanatçıların yazıp yazmadığıdır. İfadeyi yumuşatacak olursak, yazan kişilerin hiç olmazsa ortalamayı tutturacak edebi deneyim ve birikime sahip olup olmadığıdır. Maalesef “dini” diye vasıflandırılan dergilerde, hayatında beş tane olsun sanat değeri yüksek hikâye okumamış kişiler masal yayımlıyor.

  • Bunun acısını hepimiz çekiyoruz, sadece çocuklar değil. Anaokuluna giden oğluna, konuşması düzelsin diye okuyacağın, Türkçesi düzgün, dilbilgisi hatası az, anlatım bozukluğuna rastlanmayan, “dini” masal kitabı bulmak çok zor. Sanırım biz Müslümanlar, konu din olunca fazla duygusallaşıyoruz. Fazla duygusallaşmak da gerçeklik duygumuzu örseliyor. Bir de tabii, çocuğun bizden daha iyi Müslüman olmasını istemek var işin içinde. O yüzden zihnimizdeki en ideal Müslüman tipini yazıyoruz hikâye ve masallarda. Oysa hayat mükemmel değil. Çok şükür dinimiz İslam mükemmel. Ama insanlar mükemmel değil. Olamazlar da zaten. O mükemmellik, diğer ifadeyle eksikliklerden arınmış olmak peygamberlere bahşedilmiş. Biz ise, ne kadar iyi Müslüman olmaya çalışırsak çalışalım, yine de eksiklerden bütünüyle arınamayacağız. Çocuğumuz arınsın, hiç olmazsa bizden daha çok arınsın istiyoruz. Bu istek normal karşılanabilir. Ama bunu eksikleri atlanmış, görmezden gelinmiş, hataları asgariye indirilmiş, suni bir dünya anlatarak başaramayız.

Çocuğun da kendini geliştirme hakkı vardır. O, mevcuttan yola çıkıp, onu düzeltmeyi öğrenecek. Mevcudu görmeden, onu düzeltmesine imkân yok. O yüzden eli kalem tutan kişilerin inançlarını ve inançlarına bağlı konuları hikâyeleştirirken, onlara torpil geçmeyi bir yana bırakmaları gerekiyor.

Üstatların gölgesinde kalmak
Cins

Ahmet Sarı’nın Başlangıcı Olmayan Bir Şeyin Sonu’nda topladığı kısa hikâyeler, bu noktada Müslüman yazarlara yardımcı olabilir. Atmosfer yaratma, diyalogları düzenleme, gözlemleri sıralama, tasvir yapmadaki doğallık, anlatılamayanı sembollerle anlatma, incelikli eleştiriler… Ahmet Sarı’nın kullandığı bazı teknikler sadece. Tabii Başlangıcı Olmayan Bir Şeyin Sonu bir çocuk kitabı değil. Ama anlatılan şeyler bütünüyle Müslümanların dünyası. Okuyunca Müslümanları düşünmekten kendimizi alamıyoruz.