Ruhdeşen

SELAHATTİN YUSUF
Abone Ol

Sonunda onu uyutmama izin verdi. Susuldu. Karanlık odada tek bir ışık vardı. Elimde. Bir toplu iğne büyüklüğündeydi ışık. Sallayıp duruyordum. Yanı sıra da telkin. Zihnini düzenli tekrarlanan sözün büyüsüne çağırıyordum. Küçük ışığım karanlığın içinde serbest halkalar çiziyordu. Biteviye halkalar. Gözlerini elimdeki ışıkla yakalamıştım.

Aşk urundan nasıl kurtuldun?

Onu göz yaşlarıyla vücudumdan çıkardım.

İnsanlar unutmak istedikleri şeye göre değişik gruplara ayrılırlar, diyor. Elinde boş bir pipo var. Evirip çeviriyor. Gözleri kendi içine dönmüş. Altmışlı yaşlarına karşı kötü direnmiş, kaybetmiş. Yüzü bakımlı ve hırpalanmış. Bir harabe.

Fark ediyorum. Lafı oraya getirmeye çalışıyor. Çözmek için değil de okşamak için sanki. Alışkanlık bu elbette, yarayı yalamak.


Takıp takıştırdığı bileklik, küpe vs. susturmak istediği şeyi iyice çığırından çıkarmış. Eski redingot yakalı deri mont elinden geleni yapıyor. Ama yeterli değil. Kaçmak istediği hayat onu yakalayıp geri getirmiş.

***

Müziği sevdin mi, diyorum. Mevlevi ayini. Evet sevmiş. Müzik ruhumuzdaki yırtıkları, sökükleri birbirine bağlar, diyor. Evet, notalar bazen ameliyat iplikleridir, diyorum. Gözlerime sabitlenen soru dolu gözlerle susuyor. İş öncelikle ruhu bulabilmekte yalnız, diyorum. Haklısın, diyor, dalgın. Haklısın. Dönüp perdenin aralığından aşağıdaki sokağa bakıyor. Birazdan onlar da gelecekler, diyor. Yapacak bir şey bulmak istermiş gibi. Onu sık sık kaybediyoruz, diye konuya dönüyor. Ruhumuzu. Yaralı ve evini kolaylıkla bulamıyor bazen. Ben tamamen kaybettim mesela, diyor. Biliyorum orasını. Onun için buradasın, farkındayım, diyorum. İçinde bir ur gibi. Fark ediyorum. Lafı oraya getirmeye çalışıyor. Çözmek için değil de okşamak için sanki. Alışkanlık bu elbette, yarayı yalamak. Çünkü sonra anlayacağım gibi, kanmıyor hiçbir şeye. Telkine karşı içinde kımıldamaz bir itiraz var.

***

Öncelikle sabit fikrini yerinden oynatmam gerektiğini fark ediyorum. Bir çıbanın içindeki taze fitil gibi. Ateş orada. Ben hatırlamaya çalışan bir türdenim mesela; unutmaya çalışan değil, diyorum. Seçerek ve dikkatlice hatırlıyorum; bu da benim kurtuluşum oluyor çoğu zaman. Bir şeyleri tutkuyla hatırlamak; geri kalanı unutmanın bir biçimi değil mi, diyor. Kaçamıyorum. E, doğru. Mesele de bu zaten.

***

  • O anı unutmak istiyorum, diyor, daha çok kendi içine konuşarak. Yeniden bakıyor sokağa perdelerin arasından. Sonra bana dönüyor. İlk kez göz göze geliyoruz. Ve sen Doktor, dönüp dolaşıp o anı antidepresanın altına gömmeye çalışıyorsun.

Hayır, diyorum, tam tersi. İtirazla devam ediyor. Antidepresanın, iyi uykunun, sabah egzersizlerinin ve pozitif düşüncenin altına. Bir gün, diyorum kafanda pozitif düşünce bulacağız birlikte. Gülümsüyorum. Ama karşılık alamıyorum gülümsememe. Daha da ciddileşiyor. Yani beni terapinin sonunda bir laboratuvara alacaksınız ve testlerde bunun içindeki -piposunun ağızlığını kafasına vuruyor- düşünce pozitif çıkacak, öyle mi? Durup yere bakıyor umutsuzluk içinde. Perdenin aralığından dışarı bakıyor yine.

Sonra bakışlarını bana doğrultuyor. Sezgin’i tanıyıp tanımadığımı soruyor. Gözlerim kısılıyor. Hayır. Haklısın, ünlü biri değil, diyor. Biliyor musun, bizim Sezgin’e ve Sigmund Freud’a göre hayat “öteki”nden ibarettir. Yani öteki kadından. Gülüyorum. Karşılık vermiyor yine. Yüzündeki hiçbir çizgi oynamıyor. Piposunu yavaş yavaş doldurmaya koyuluyor. Belli bir noktaya varıyoruz galiba, diyor önüne bakarak. Yo, diyorum, yeni başlıyoruz. Hatta başlamadık bile. O işte, aşk. Evet aşk diyoruz biz ona, diyor. Hayır, diyorum, alfa dişisini etkilemenin yollarının tamamına birden aşk diyoruz. Çakmağı çakıp aleviyle piposunun midesini dolduruyor. Tütünsüz olduğunu fark ediyor sonra. Paketini çıkarıp açıyor ve pipoya tütün basmaya koyuluyor.

Biliyor musun, bizim Sezgin’e ve Sigmund Freud’a göre hayat “öteki”nden ibarettir.

Bu hâlde ne kadar gevezelik ettik hatırlamıyorum. Ama o direnç yüzünden kötü gidiyordu terapi. Hiç bir iletişim denememiz olmuyordu ki elim bir kazaya kurban gitmesin. Ama pes etmemiş, bıktırıncaya kadar uğraşmıştım. Sadece onu değil; ailesini, çocuğunu da düşünüyordum. Ne kadar çetin olursa olsun, yalın ve elle tutulur bir sorundu.

***

Sonunda onu uyutmama izin verdi. Susuldu. Karanlık odada tek bir ışık vardı. Elimde. Bir toplu iğne büyüklüğündeydi ışık. Sallayıp duruyordum. Yanı sıra da telkin. Zihnini düzenli tekrarlanan sözün büyüsüne çağırıyordum. Küçük ışığım karanlığın içinde serbest halkalar çiziyordu. Biteviye halkalar. Gözlerini elimdeki ışıkla yakalamıştım. Devam ettim. Sonunda bilinci uzaklardan yakına geldi, ışığa iyice odaklanmaya başladı. Bu geçici miyopluk yavaş yavaş kendi içine doğru genişledi. Farları bilincinin derinliklerindeki harabeye doğru uzadı. O ilginç eşiği geçerken son bir şey söylemişti.

Komutanın aşk mektubu (III)
Cins

Teskin ederek cesaret verdim. Onu bulup çıkaracağız birlikte, dedim, merak etme. Ondan kurtulacağız. O an, diye sayıklamaya başlamıştı. O an! Bulmuştuk galiba sonunda. O an artık olmayacak sende, dedim. Uyandığında, o olmayacak. Bu cesaretle, bana ayrıntılarını anlattığı manzaranın içine sokacak ve başka bir yoldan aynı kapıya çıkaracaktım bilincini. Gidilecek bu yeni yol, bitiş çizgisini yeni bir ışık altında çarpıtacak ve o anı zihninde yerli yerine oturtacaktı. Yanlış kaynamış kemiği yeniden kıracak ve doğrultacaktık. Planım buydu. Başlamak üzereydik. Öncelikle semboller ormanında ilerleyecektik.

***

Yürümeye başlamıştık. Ben hemen arkasındaydım. Yürürken gördüğü her şeyi anlattırmaya başlamıştım. Dili çözülüyordu. Ama tahmin etmiştim, anlattığı şeylere dünyadan bazı bilinç kırıntıları, bazı betimlemeler de karıştırıyordu ister istemez. Yani sözlerinin tamamı gördükleriyle ilgili değildi. Bazıları hayal ürünü, yani dünyevi bilinciyle bulduğu metaforlar ve imgelerden oluşmaktaydı. Öylece devam ettik yola. Ta ki ıssız ormanın derinliklerindeki o evin bahçesine gelinceye kadar.

***

  • -Girecek misin içeriye?
  • Biraz durakladı. Kapı açılmıyordu. Sesi yeniden duyduğunu söyledi. Galiba geri dönmesinin bir yolu da yoktu. Korka korka sordum;
  • -Girebilecek misin acaba?
  • -Gir.. -gireyim dimi? Gireyim mi? Yavaşça ilerleyeyim mi acaba?
  • -Tabii gir. Devam et. Korkma, seni burada bekliyorum ben…
  • Ben seni burada bekleyeceğim. Devam et. Evin kapısına doğru ilerle. Geriye bakma.
  • Daha da tedirgin olmuştu. Nabzı hızlanmış, yüzünü ateş basmıştı.
  • -Haydi devam et. İlerle.

Yüzü sararmıştı bu kez. İlerle sesime tepki vermiş, hafif irkilip devam etmişti. Holü geçti. Ne görüyorsun, diye sordum. Anlattı. Ortalık karanlıktı. Ahşap merdivenleri teker teker çıkmaya başladı. Ses var mı, diye sordum. Ahşap döşemeler ayaklarının altında gıcırdıyormuş. O kapının önüne gelince yine durdu. Hiç bir şey olmadan beklemeye başladı. Bu bekleyiş uzun sürsün istiyordu. Çok uzun. Bütün hayatını kaplayıncaya kadar sürsün istiyordu. Ömrü o kapının önünde, o kola dokunmadan ve kapıyı açmadan son bulsun istiyordu. Ona haydi demek cesaret isterdi o anda. Gözlerinin kenarlarından iki damla yaşın şakaklarından sızdığını fark ettim. Kapının koluna dokundu. Kolu yavaşça aşağı itti. Açıldı kapı. Açılır açılmaz benim de içimi bir ateş basmıştı. İş orada bitecekti. Kör düğümün olduğu noktaya varıyorduk. Ya çözecektik; ya da o ur kalacaktı içinde ve onu zehirlemeye devam edecekti.

***

-Ne görüyorsun orada? -

Nerede?

-Orada. Yatağın üzerinde..?

-Onu... Onu görüyorum!

Gözlerinin kenarlarından iki damla yaşın şakaklarından sızdığını fark ettim. Kapının koluna dokundu. Kolu yavaşça aşağı itti. Açıldı kapı.


Bu arada kıpırdamaya ve kendi kendine boğuşmaya başlamıştı. Yine telkinle sakinleştirdim. Korkmamasını, her şeyin benim kontrolümde olduğunu, kötü bir şey olmayacağını, olamayacağını anlattım. Sakinleştirip devam ettirmek epeyi vakit aldı.

-Devam et, dedim.

-Karşı koyacak mı?

-Evet, evet. Merak etme, dedim.

Ama bu onayı, sanki ruhunun bir selametiymiş gibi benden birkaç kez almadan devam edemeyeceğini biliyordum. Telkin yeteneğimin bütün gücünü kullanarak ikna ettim onu. Kesinlikle karşı koyacak, hatta hırpalayacaktı onu. Vuracak, çırpınacak, tecavüze uğrayan bir kız ne yapabilirse hepsini yapacaktı.

  • İçi ferahlamış gibiydi biraz.
  • -Tamam dedi. Ancak yine de titremeye başlamıştı.
  • -Devam et, kurtulacaksın, dedim. Karşı koyacak. Hatta saldıracak sana, emin ol.
  • -Tamam dedi umutla. İçinde bir umut ışığı belirmişti. Ama kımıldamıyordu hâlâ.

Böylece bir süre daha bekledikten sonra, telkinlerime boyun eğme eğilimi gösterdi. Az sonra da yeniden denemeye karar verdi. Ve her şey de o anda başladı zaten. Terapinin en zor anındaydık. Meslek hayatımın en ilginç ve zor anını yaşıyordum. Yapmam gerekeni çok iyi biliyordum bilmesine; ancak nasıl sonuç vereceğini kestirmek gerçekten güçtü.

***

Ayak uçlarında yatağa kadar gidip de kıza dokunur dokunmaz, bütün telkin yeteneğimi kullanıp kızı karşı koymaya ikna etmeliydim. Daha doğrusu, kızı o ölümcül kayıtsızlığından arındırıp -ki bütün meselemiz de buydu zaten- karşı koymaya ikna etmeliydim. Hayır, yanlış ifade ettim elbette; kızın saldırıya karşı koyduğuna hastamı inandırmalıydım. Onun, o gün hastamın hayatını mantara çevirmiş tepkisizliğini harekete ve olabilirse karşı koymaya, saldırıya dönüştürmeliydim. Bunun için otuz beş yıllık hipnoz tecrübemi, telkin birikimimi kullandığımı, bu satırları okuyan -veya öykü bittikten sonra dönüp yeniden okuyacak olan- herkes kabul edecektir.

***

Çirkin ve -hastam açısından elbette talihli- boğuşmanın bütün ipuçlarını divana uzanmış bu zavallı adamın yüzündeki küçük kas kıpırtılarından, kasılıp gevşeyen, uzayıp kısalan çizgilerden, vücut devinimlerinden okuyabiliyordum. Dakika tutmuştum. Yaklaşık on beş-on altı dakikada bitmişti. Geriye dönülemez eşiği aştığını anlayabiliyordum. Küçük bir ışık, bilincinin derinliklerinden uzayarak yüzüne, gülümseme değil de, gülümsemenin bir anısı gibi sanki, yayılmıştı. Ona tutunmasını sağlayacaktım.

***

Gülümseme yüzünde bir süre yama gibi kaldı. Kaskatı, belli bir noktaya sabitlenmiş gibiydi. Telkinlerime ve sorularıma bir süre hiç tepki veremeden, derin derin iç çekerek rahatladı. Bu kez, elbette sevinç gözyaşları, gözlerinin ucundan sökün etmişti. Biraz beklemeye ve iyice rahatlamasına izin vermeye karar vermiştim.

Boğuşmanın bütün ipuçlarını divana uzanmış bu zavallı adamın yüzündeki küçük kas kıpırtılarından, kasılıp gevşeyen, uzayıp kısalan çizgilerden, vücut devinimlerinden okuyabiliyordum.

Bu halde epeyi bir süre kaldıktan sonra geri dönüş vakti gelmiş bulunuyordu. Onu yavaş yavaş geri çevirdim. Odadan çıkarken konuşmaya devam ediyordum. Kedi adımlarıyla ilerliyorduk. Boğuşmanın gerçekten de vuku bulduğuna inancını pekiştirmek için küçük fiskeler vuruyordum bilincine. Onu sorularımla yönlendirmeye gayret ediyordum.

  • -Sandığından daha güçlüymüş, değil mi kız?
  • Bu basit sorunun açtığı alanda daha rahat nefes aldığını hissedebiliyordum.
  • -Evet, çok, dedi, gayet rahat bir sesle.
  • -Keşke fazla hırpalamasaydınız birbirinizi. Bak dirseğin ağrıyor. Onun da yüzünde bir iz kaldı işte. Tırnağın çok kötü takıldı.
  • -Dirseğim hafif. Geçer o. Ama kızın yüzü?

Soru kötüydü. Ama her şeyiyle sağlık işaretiydi de.

-Evet. Bir kızın yüzü, ne olursa olsun, öyle tırmalanmaz. Erkeğe yakışmaz.

-Yüzündeki sıyrık iz bırakır mı? Bırakırsa kötü olur.

-Hiç iyi olmadı bu. Hem, tırnak izleri erkeklerin yüzlerine yakışır, kızların değil.

Hastamın bilincini istediğim sığ sulara almıştım bir kere. Orada istediği gibi üzülebilir, pişman olabilirdi artık. En tehlikeli eşiği geçmiş, bir çeşit hayati tehlikeyi atlatmış bulunuyorduk. Hafifçe gülerek, atmosferi elektriğinden arındırmaya çalıştım. Mucize eseri, bu bile sonuç vermişti.

Nereye gidiyorsun, başa dön!
Cins

Geriye doğru saydım. Dört. Üç. İki. Bir. Hadi uyan.

Yavaş yavaş aralanan gözlerinin ardına hafızasının birikmesini bekledim. Böylece, ilk bir kaç dakika boyunca karşı perdede takılı kalan boş bakışı nihayet canlandı.

***

Öylece sessiz kalıp divanda bağdaş kurmuş bu garip savaş esirini izledim bir süre. Kendi kendinin esiri olan adamı, yani. Ruhu vaktiyle başka birinin bedenini ele geçirmiş ve bu zaferle yıkılmıştı. Yıkım ona, savaşı kazanmasına kayıtsızlıkla izin verilerek sunulmuştu. Ve ruhu o gün bu gündür hayatta kalma mücadelesi veriyordu.

***

Kapıdan çıkarken kızı koşup kucağına atladı. Onu boynuna alıp karısının yanından bir suçlu gibi başını yere eğerek geçti. Kadının yüzüne iyice baktım. Bütün hikâye oradaydı aslında. Yanından geçip asansöre doğru ilerleyen kocasına değil, bana bakıyordu. Bir şeyler dilenerek sanki. İçimden; “Başardık” dedim, “geçmişinizi çarpıtmayı başardık. Her şey yoluna girecek...” Utanmış gülümsemesi, yanağını boydan boya çizen eski yara izini yumuşak bir ışıkla aydınlatıyordu.