Lübnan’da yeni bir iç savaş çıkar mı?

ALİ YEKTA BEY
Abone Ol

Lübnan İç Savaşı’nın mirası, bugünün tartışmalarında görünmez ama belirleyici bir gölge gibi dolaşmıştı. Sokakların hafızası, mahallelerin sınırları, milis döneminin kıyı köşe anlatıları, aile hikâyeleri ve diaspora ağları, siyasal tercihlerden gündelik davranış kalıplarına kadar her şeye sızmıştı. 1975-1990 yalnızca bir tarih aralığı değil, aynı zamanda bir “ne yapılmaması gerektiği” kılavuzu olarak kuşaktan kuşağa aktarılmıştı. Şimdi ise Hizbullah'ın silah bırakmasıyla ilgili tartışmaların gölgesinde, herkesin aklında aynı soru: Lübnan'da yeni bir iç savaş çıkar mı?

Lübnan İç Savaşı 1975’te başlamış ve 1990’a kadar sürmüş çok katmanlı, çok aktörlü ve yıkıcı bir mücadele olmuştu. Çatışma, ülkenin kırılgan mezhepsel paylaşım düzeni, devlet kapasitesinin sınırlılığı, dış aktörlerin nüfuz mücadelesi ve Filistin meselesinin Lübnan sahasına taşınması gibi etkenlerin birleşmesiyle patlak vermişti. 1943 Ulusal Paktı’nın öngördüğü mezhepsel kotalar siyasal sistemi istikrarlı kılmayı amaçlamıştı; cumhurbaşkanlığı Mârûnî Hristiyanlara, başbakanlık Sünnîlere, Meclis Başkanlığı Şiîlere ayrılmıştı. Ancak demografik değişim, göç ve kentleşme dengeleri bozmuş, temsilde adalet tartışmaları derinleşmiş ve devlet, şiddeti kontrol edebilecek kurumsal kudreti gösterememişti.

1970’te Ürdün’deki Kara Eylül olayları Filistinli silahlı örgütleri Lübnan’a itmişti. Filistin Kurtuluş Örgütü ve ona bağlı gruplar güneyde ve Beyrut’ta konuşlanmış, İsrail’le düşük yoğunluklu ama süreklilik arz eden bir çatışma döngüsünü Lübnan coğrafyasına taşımıştı. Filistinli varlık, Sünnî ve sol eğilimli kesimlerde dayanışma duygusunu yükseltmiş, Mârûnî milislerde ise “devletsizleşme” korkusunu tetiklemişti. Bu zemin üzerinde 1975’te Beyrut’ta bir otobüse yönelik saldırı kıvılcım işlevi görmüş ve kısa sürede mahalle sınırları, geçiş hatları ve milis kontrol noktalarıyla örülü bir kentsel cephe örgüsü ortaya çıkmıştı. Doğu-Beyrut ile Batı-Beyrut keskin bir hatla ayrılmış, günlük hayat parçalanmıştı.

Arapların suskun çocuğu: Ürdün
Mecra

İç savaş yıllarında Lübnan...

1976’da Suriye ordusu “barış gücü” söylemiyle Lübnan’a girmiş ve dengeleyici rol üstlenmek istediğini ilân etmişti. Şam yönetimi başlangıçta Hristiyan milislerle daha yakın görünmüş, sonradan farklı kamplar arasında salınan bir nüfuz siyaseti izlemişti. 1982’de İsrail, FKÖ’yü Lübnan’dan çıkarmayı hedefleyen bir işgal başlatmış, Beyrut’u kuşatmış ve şehir savaşının yıkıcı etkileri yaşanmıştı. O dönemde Sabra-Şatilla kamplarında siviller katledilmiş, bu olay uluslararası belleğe Lübnan trajedisinin sembollerinden biri olarak kazınmıştı.

  • Aynı yıllarda İran Devrimi’nin dalga etkisiyle Şiî toplumsal hareketlenme yeni bir örgütlenme biçimi kazanmış ve Hizbullah sahneye çıkmıştı. Güney’de İsrail işgaline karşı direniş argümanı etrafında meşruiyet üreten bu oluşum, zamanla askerî kapasitesi ve toplumsal hizmet ağlarıyla “devlet içinde devlet” tartışmasını doğurmuştu.

İç savaş dolayısıyla kapalıyız
Mecra

Hristiyan Falanjist milisler, 16 Eylül 1982'de İsrail ordusunun gözetiminde yaklaşık 20 bin Filistinli mültecinin yaşadığı Sabra ve Şatilla mülteci kamplarına saldırı başlattı. 3 gün süren katliamda binlerce Filistinli öldürüldü.

İç savaşın toplumsal ve iktisadî maliyeti ağır olmuştu. Yüz binlerce insan hayatını kaybetmiş ya da yerinden olmuş, altyapı çökmüş, bankacılık ve ticaret ağları darbelenmişti. Lübnan’ın “Ortadoğu’nun Paris’i” sayılan kozmopolit sermaye birikimi ve kültürel canlılığı, silahlı kontrol odaklarının haritaladığı bir şehir sosyolojisine yerini bırakmıştı. 1989 Taif Anlaşması savaşın siyasal tasfiyesini mümkün kılmış ve 1990’da çatışma resmen bitmişti. Taif, yürütme içi yetki dağılımını yeniden kalibre etmiş, milislerin silahsızlanmasını öngörmüş ve Suriye’nin “vesayet” diyebilecek bir rolünü fiilen tescillemişti. Ancak Güney’de “direniş” işlevi istisna kabul edilmiş ve Hizbullah’ın silahlı varlığı, işgal ve sınır hattı gerekçesiyle sistem içine eklemlenmişti.

Paris’e benzetilen Beyrut’un şatafat sembolü binaları, artık iç savaşın sembolü olarak hizmet veriyor.

1990’lar ve 2000’lerin ilk yarısı, yeniden inşa çabaları, diaspora sermayesinin dönüşü ve Beyrut’un finans-hizmet ekonomisi olarak yeniden konumlanmasıyla şekillenmişti. Ne var ki 2005’te Refik Hariri suikastı, kitle mobilizasyonu ve Suriye ordusunun çekilişi yeni bir eşik yaratmıştı. 2006’da İsrail ile Hizbullah arasında yaşanan 34 günlük savaş bir kez daha ülkenin altyapısını yıkıma uğratmış, ama Hizbullah kendi tabanında “direniş” anlatısını pekiştirmişti. 2008 Mayıs olayları iç güvenlik mimarisinin kırılganlığını gözler önüne sermiş ve sokak şiddeti, siyasal uzlaşıların kırılma anlarında ne kadar hızlı tırmanabildiğini göstermişti.

2011 sonrası Suriye iç savaşı Lübnan’ı ekonomik, demografik ve güvenlik katmanlarında zorlamıştı. Milyonları bulan Suriyeli sığınmacıların gelişi kamu hizmetleri, işgücü piyasası ve siyasal retorik üzerinde baskı üretmişti. Sınır ötesi şiddet sızıntıları ve Hizbullah’ın Suriye sahasındaki askerî angajmanı iç politikada kutuplaştırıcı etkiler doğurmuştu. 2019’da patlayan ekonomik-banka krizi liranın çöküşünü, mevduatların fiilî buharlaşmasını ve orta sınıfın hızla erimesini beraberinde getirmişti. 2020’de Beyrut Limanı patlaması devlet kapasitesine ve bürokratik sorumluluğa duyulan güveni ağır biçimde zedelemişti. Sonraki yıllarda cumhurbaşkanlığı boşluğu, hükümet kurma krizleri, Meclis’in tıkanması ve yargı-yürütme çekişmeleri devletin karar alma yeteneğini daha da felç etmişti.

Hizbullah
Mecra

Kuruluşu resmî olarak 1985 yılında ilân edilen Hizbullah'ın amacı, 1975’ten bu yana devam eden iç savaşta zarar gören Şiîleri korumak ve 1982’de Lübnan topraklarını işgal eden İsrail’i “yok etmekti

  • İç savaşın sonuçları Lübnan’ın siyasal ekonomisine ve toplumsal dokusuna uzun vadeli bir miras bırakmıştı.
  • Birincisi, Mezhepsel kota rejimi sürdürülebilirlik iddiasını kaybetmiş ve “yönetilebilirlik” sorunu kronikleşmişti.
  • İkincisi, silahlı kapasite ile siyasal temsilin ayrışması bir norm haline gelmiş, tek elde şiddet tekeli ilkesinin uygulanması imkânsızlaşmıştı.
  • Üçüncüsü, dış politikanın iç siyaseti belirleme gücü artmış ve bölgesel gerilimler Lübnan sahasını bir projeksiyon perdesi gibi kullanmıştı.
  • Dördüncüsü, iktisadi kırılganlıklar—dolarizasyon, cari açık, düşük vergi tabanı ve rant temelli büyüme—her siyasî şokta ağır tahribat üretmişti.

Bütün bu arka planla birlikte 2023’ten sonra güney sınır hattında artan gerilim ve karşılıklı saldırılar ülkeyi yeniden yüksek tansiyon rejimine sokmuştu. 2024-2025 döneminde İsrail ile Lübnan arasındaki güvenlik ortamı bir “ısınma-soğuma” döngüsünde salınmış, güneyde tahliye edilen beldeler, sınır ötesi hava saldırıları ve füze atışları gündemi belirlemişti. Devletin dağınık kurumsal tepkisi, ordu kapasitesinin sınırlılığı ve siyasal karar almanın tıkanıklığı, kriz yönetiminin maliyetini topluma yıkan bir tablo üretmişti. Tam da bu konjonktürde 2025 yazında Lübnan kabinesinin silahsızlanma tartışmasını gündeme taşıması ve ulusal savunma stratejisi başlığı altında düzenleyici adımlar atmaya niyetlenmesi, siyasal sahnede yeni bir fay hattı yaratmıştı. Bu süreçte Hizbullah lideri Naim Kasım, hükümeti, grubun silahsızlandırılması yönündeki girişimler nedeniyle ülkeyi İsrail’e “teslim etmekle” suçlamış, silahlarını korumak için mücadele edeceklerini belirtmiş ve sert bir “iç savaş” uyarısında bulunmuştu. Bu açıklamalar, tartışmanın tonu ve muhtemel tırmanma rotaları bakımından kritik bir eşik oluşturmuştu.

Lübnan, Hizbullah dahil tüm silahlı varlığın devlet tekeline alınmasına karar verdi
Mecra

Lübnan hükümeti, Hizbullah'ı da kapsayacak şekilde ülkedeki tüm silahlı varlığın devlet tekeline alınması ve grupların elindeki silahların toplanması kararını uygulamaya koydu.

Kasım’ın mesajı, silahların sadece bir askerî kapasite değil, aynı zamanda “kimlik” ve “caydırıcılık” olarak kodlandığı bir çerçeveyi yansıtmıştı. Bu çerçevede "disarmament" söylemi, Hizbullah’ın gözünde İsrail’in hedefleriyle kesişen bir hamle gibi sunulmuş ve kabinenin aldığı karar “dışarıdan dikte edilen bir emir” olarak damgalanmıştı. Onun konuşmasında hükümete “düşmanla aramızda durmayın” uyarısı da yer almış ve sokak mobilizasyonu tehdidi ima edilmişti. Yerel ve bölgesel medyada konuşmanın tonu, Lübnan’ın egemenlik tartışmasının merkezine “silahların geleceği” sorununu yeniden yerleştirmişti. Bu retoriğin, geçmişte 2008 Mayıs’ında görüldüğü gibi kent-içi güç gösterilerine ve kurumsal mekanizmaların felç olmasına evrilebileceği ihtimali siyasal aktörlerce ciddiye alınmıştı.

Silahsızlanma tartışmasının devlet kapasitesiyle ilişkisi kurumsal düzeyde de sorunluydu. Lübnan Ordusu güneyde Birleşmiş Milletler Geçici Gücü’yle (UNIFIL) koordinasyon içinde belirli alanlarda konuşlanmıştı; ancak güneyin güvenlik mimarisi yıllardır çok aktörlü bir denge üzerine kurulmuştu. Ordunun lojistik, personel, bütçe ve siyasal destek eksikleri, silahlı bir grubun kapsamlı biçimde teçhizatsızlaştırılmasına dair “fiilî” bir operasyonu neredeyse imkânsız kılmıştı. Öte yandan, “ulusal savunma stratejisi” başlığında bir entegrasyon ya da kademe kademe kurumsallaştırma formülü de tarafların birbirine atfettiği niyetler ve bölgesel dosyaların basıncı nedeniyle siyasî olarak mayınlı bir sahayı işaret etmişti.

  • Yeni bir iç savaş riskinin analizinde iki yönlü bir resim belirginleşmişti.
  • Bir yandan siyasal sistemin tıkalı doğası, ekonomik çöküşün yarattığı toplumsal öfke, güvenlik alanının parçalanmış yapısı ve sınır hattındaki belirsizlikler tırmanma olasılığını beslemişti. Kasım’ın “silahları koruma” vurgusu ve hükümete yönelttiği “ülkeyi İsrail’e teslim ediyorsunuz” suçlaması, siyasal tartışmayı “varoluş” düzlemine çekmiş, böylece uzlaşının manevra alanını daraltmıştı.
  • Diğer yandan 1975-1990 deneyiminin kolektif hafızada bıraktığı derin travma, geniş toplumsal kesimlerde silahlı, yaygın ve uzun süreli bir iç savaşın önüne geçen güçlü bir psikolojik bariyer oluşturmuştu. 2019’dan beri kademeli yoksullaşan ve geniş çaplı göç dalgalarıyla hane stratejileri kırılan bir toplum için savaş, katlanılamaz bir maliyet olarak algılanmıştı.

Hizbullah lideri Naim Kasım, hükümeti, grubun silahsızlandırılması yönündeki girişimler nedeniyle ülkeyi İsrail’e “teslim etmekle” suçlamış, silahlarını korumak için mücadele edeceklerini belirtmiş ve sert bir “iç savaş” uyarısında bulunmuştu.

Ayrıca 1975’teki kadar keskin ve simetrik bir cepheleşme altyapısı mevcut değildi. Klasik kamplar artık aynı coğrafî süreklilik içinde toplanmamış, demografik karışım ve kentsel dönüşüm çatışma hatlarını bulanıklaştırmıştı. Bu durum büyük ölçekli, uzun süreli, topyekûn bir iç savaşı lojistik ve politik olarak daha az “işlevsel” kılmıştı. Buna karşın “mikro-çatışma” riskleri—semt bazlı silahlı sürtüşmeler, kritik kurumlara yönelik baskınlar, yol kesmeler ve siyasî suikastlar—yüksek kalmıştı. Savaşsız ama şiddetli bir “düşük yoğunluklu istikrarsızlık” durumu ülkenin zaten kırılgan ekonomisini daha da yıpratmış ve dış yardıma bağımlılığı artırmıştı.

Bölgesel denklem, riskin yönünü belirleyen ana dış değişken olmuştu. İsrail ile Hizbullah arasındaki caydırıcılık dengesinde yaşanacak bir kırılma, güneydeki çatışmanın hızla ülke içi siyasal hesaplaşmayı tetiklemesine yol açabilecek bir kaldıraç sunmuştu. İran’ın Lübnan dosyasına verdiği stratejik önem, Körfez ülkelerinin Lübnan ekonomisindeki potansiyel rolü ve Batı’nın “reform karşılığı destek” yaklaşımı iç denklemi etkilemişti. Bu bağlamda, hükümetin silahsızlanma yönlü sinyalleri uluslararası finansman kanallarına erişim umuduyla iç içe geçmişti; Hizbullah kanadının buna “teslimiyet” çerçevesinden yanıt vermesi ise içerden gelen reformcu baskıları “güvenlik ve egemenlik” söylemiyle dengeleme gayretini yansıtmıştı. Kasım’ın 2025 Ağustos’undaki açıklamaları tam da bu çekişmenin retorik dozunu yükseltmiş ve siyasî sahada bir “kriz anı” yaratmıştı.

Yine de şiddetin kurumsal siyaset lehine sönümlendiği örnekler de son yıllarda görülmüştü. Meclis aritmetiğinde gerçekleşen ad hoc uzlaşılar, kabine krizlerinin son anda çözülebilmesi ve ordu ile güvenlik birimlerinin asgari koordinasyonu, “sıfır toplamlı” bir kırılma yerine “pürüzlü sürünme” çizgisine işaret etmişti. Yerel uzlaşı komiteleri, dini otoritelerin tansiyon düşürücü çağrıları ve sivil toplumun kriz anlarında sergilediği dayanışma pratikleri, tam ölçekli bir iç savaş döngüsünün eşiğinde “yumuşatıcı” bir rol üstlenmişti. Fakat tüm bu fren mekanizmaları, ekonomik çöküş sürdükçe ve devlet meşruiyet krizi giderilemedikçe yıpranmıştı.

Lübnan İç Savaşı’nın mirası, bugünün tartışmalarında görünmez ama belirleyici bir gölge gibi dolaşmıştı. Sokakların hafızası, mahallelerin sınırları, milis döneminin kıyı köşe anlatıları, aile hikâyeleri ve diaspora ağları, siyasal tercihlerden gündelik davranış kalıplarına kadar her şeye sızmıştı.

  • 1975-1990 yalnızca bir tarih aralığı değil, aynı zamanda bir “ne yapılmaması gerektiği” kılavuzu olarak kuşaktan kuşağa aktarılmıştı. Bu nedenle, Kasım’ın iç savaş vurgusu ve “silahları koruma” söylemi geniş bir kesimde “deja vu” etkisi yaratmış ve “bir daha asla” duygusunu tetiklemişti; ama aynı anda bir başka kesimde, dış tehdidin sürekliliği ve devletin zafiyeti gerekçesiyle “silahsızlanmanın teslimiyet” olarak algılanmasına da zemin sunmuştu. Bu çift yönlü rezonans, Lübnan siyasetinin çözümsüzlük paradoksunu yeniden üretmişti.

İsrail'in saldırılarında, tıpkı iç savaş yıllarındaki gibi harabeye dönen Lübnan sokakları...

Sonuçta Lübnan İç Savaşı bir ülkenin yalnızca iktidar dağılımını değil, toplumsal dokusunu, psikolojisini ve ekonomisini kalıcı biçimde dönüştürmüş bir felaket olarak tarihte yerini almıştı. İç savaş bittiğinde savaşın “ekonomisi” bitmemiş, savaşın “kurumları” başka isimlerle varlığını sürdürmüş ve savaşın “dili” siyasal müzakerenin satır aralarına sinmişti. 2025 yazında hükümetin silahsızlanma eksenli girişimleri ve buna Hizbullah cephesinden gelen sert tepki, bu tarihsel mirasın hâlâ ne kadar canlı olduğunu göstermişti. Naim Kasım’ın hükümeti “ülkeyi İsrail’e teslim etmekle” suçlaması, silahları korumak için mücadele vurgusu ve “iç savaş” uyarısı, siyasal denklemin kırılganlığını artırmış ve risk algısını yükseltmişti; buna karşılık toplumun önemli bir kesimi yeni bir topyekûn iç savaşın ülkeyi geri dönülmez bir yıkıma sürükleyeceğini bildiği için, aktörleri ateşkes benzeri kırılgan mutabakatlara zorlayan güçlü bir savaş yorgunluğu hattı varlığını korumuştu. Bu nedenle yeni bir iç savaş ihtimali mutlak bir kader olarak değil, belirli tetikleyici koşullar gerçekleştiğinde devreye girebilecek bir risk havuzu olarak arz-ı endam etmişti. Sınır hattında geniş ölçekli bir çatışma yayılması, siyasî suikastların yeniden döngüselleşmesi, ordu içinde itaatsizlikle sonuçlanacak bir kurumsal kriz ve ekonomik çöküşün toplumsal şiddete evrilmesi gibi senaryolar bu havuzun başlıca unsurları olarak sayılmıştı. Buna karşılık, uluslararası arabuluculuğun sürmesi, reform-karşılığı finansman kanallarının kısmen açılması, ordu ve güvenlik kurumlarının asgari koordinasyonunu sürdürebilmesi ve en önemlisi aktörlerin savaş yorgunluğunu dikkate alan “asgari müşterek” arayışları, riskin gerçekleşmesini geciktiren ya da minimize eden faktörler olarak görülmüştü. 2025 Ağustos’unda tartışma bu ikili dinamik arasında gidip gelmişti: silahsızlanma planlarının siyaseten bedeli ağır bir meydan okuma içerdiği, buna mukabil geniş kitlelerin savaş dışı bir çıkışa duyduğu özlemin siyasî sınıf üzerinde görünmez bir fren işlevi gördüğü bir denge hali sürmüştü. Lübnan, tarihsel olarak yaptığı gibi, bir kez daha uçurumun kenarında yürümüş ve henüz düşmemişti; fakat zeminin her adımda biraz daha kayganlaştığı gerçeği de kimsenin gözünden kaçmamıştı.