Bugün yeniden okunan mektuplar Ahmed Rasim’in derin aşkını ortaya koyuyor
Ahmet Refik, yakın dostu Ahmet Rasim’in ölüm yıldönümünde kaleme aldığı ikinci yazıda Kitabe-i Gam’ın nasıl yazıldığını, yazarının hususi hayatına, aşklarına, arkadaş çevresine ve içinde bulunduğu edebiyat mahfillerine de değinerek açıklar.
Yıldönümü münasebetiyle Ahmed Rasim'in aşkı-2
Kısa bir hastalık, bir müddet, ikisini birbirinden ayırdı. Hanımefendi hastalanmıştı: “İki aylık bir ıstırap müthiş, bir humma-yı medid-i ateşînden [uzun süren ateşli hummadan] sonra şu hâl-i nekahetimde [zayıflık dönemimde] müterakim [birikmiş] mektuplarını dest-i izaza [elime] alabildim. Evvelkiler beni bahtiyar etti. Anlaşılmış olmak bahtiyarlığı! Fakat son zamanlardaki iki mektubun, isnad-ı lâkaydi ettiğin [ilgisizliğe bağladığın] o itabnamelerin [azarlayan mektupların] gönlümü üzdü.”
Ahmed Rasim naz ediyor, edebiyat yapıyordu. Ona karşı sevgisi gayet ateşliydi.
Bir mektubunda şöyle yazıyordu:
“Güneş bu sabah, bir gün evvelki şevki cihan-ârâsiyle [dünyayı kuşatan şevkiyle] doğamadı. Bu gece aldığım haber, senin ateşler içinde yattığından ibaretti. Ben her gün humma-yı ıstırab [hüzün nöbeti] içinde kavrulduğum için zaman zaman hücum eden nöbetlerin seni ne kadar hırpalayacaklarını hissediyorum. Uzun dalgınlıklar, feryatlar, iniltiler, uykudan ağlaya ağlaya uyanmalar, baş dönmeler, bu hastalığın alâim-i barizesindendir [belirgin işaretleridir]. Sakın korkma. Ben bu kadar felaket görmüş, hicranın gibi cehennemî bir ateş içine düşmüşken gene yaşamak için tenimde bir mukavemet [dayanıklılık] var. İnsan yalnız sürura [sevince] alışamıyor.”
Artık mektuplar tevali ediyordu [birbiri ardına geliyordu]. Ayrılık Ahmed Rasim’in aşkını bir kat daha artırıyordu. Bir akşam bir manzume yazdı. Kendi anlatıyor:
“Ben sana yollamak üzere zihnen tertip ettiğim şu manzumeyi henüz bitirmiştim:
- Urmuş o sevahil-i güzine
- EIvan-ı sipihr-i bi-giranın
- Nirengi sanır gören zamanın
- Aveng-i şuaı pare pare?
- Bin hatıra, bin nehefte eş’ar
- Manzur bu çeşm-i girye-bare
- Kim her biri eyliyordu, ihtar
- Eyyam-ı gamı dil-i hazine”
Manzume gayet uzundu. Ahmed Rasim, manzumeyi kendisine yollayacağını yazdığı hâlde, geciktirmesi hanımefendiyi o kadar mustarip etti ki... Derhâl bir mektup aldı:
“Mev’ud olan [vaat ettiğin] manzumeyi niçin göndermiyorsun? Eğer sükûtuma mukabil bunu bir ceza olarak tertip edersen ikinci günahın da bu olur. Ben mi seni bu hâllerle tecrübeye kıyam edeceğim [kalkışacağım]? Seni tecrübe, ulviyetine karşı bir hürmetsizliktir. Kalbimdeki mevkiin o imtihan fikirlerinden balâterdir [yücedir], azizim… Bu hastalık beni tahmin edemiyecek bir derecede sarstı. Nezaketen bana isnad ettiğin mevhibe-i ilahiyeye [ilahi bağışa] bedel şimdi çehremde müntebi bulunan âsar-ı harabi-i elemi [hüzünlü perişanlık belirtilerini] görsen hayrette kalırsın.”
Ahmed Rasim, bir mektubunda, hakikaten, onu candan tasvir etmişti:
“Allah! Sen ne kadar güzelmişsin, diyordu. Gece bile reng-i ruyunu [yüzünün rengini], ihlâle [bozmaya] cür’et [cesaret] etmekten âciz, muhteriz [çekingen]. Hayran-ı heresan. Kusur mu ediyorum? Bittabi [elbette]! Fakat af ve merhameti dehan-i beşeriyete [insanlığın ağzı] sermaye-i istiğfar eden [bağışlanma vesilesi kılan] bu samimiyet-i ubudiyetkâranenin [kulluk bildiren samimiyetin] ne kadar derin, ne kadar âram-güzar [sessizliği seçen] bir tezelzül-i ruhiden [ruhi sarsıntıdan] nebean ettiğini [kaynaklandığını] bilir.
Hatta sen bile anladın da ikinci defa olmak üzere huzurunda bulunmaklığıma müsaade ettin. Elbette o da aftır. Fakat sen dün ne kadar güzelmişsin! Acaba sen o musun ki bütün hissiyatın, araya araya temas ve taalluk ettiği nuhbe-i bî-misal-i aşk [örneği olmayan, seçkin aşk] için numune ittihaz edilecek [seçilecek] bir şey, bir vücud aranılacak olsa mutlaka seni göstermekliğim icap edecek. Ah!
Sen ne kadar büyüksün! Acaba ulüvv ü cenab denilen hiss-i kerim [yüce his] sen misin?
Emin ol ki sensin. Eğer ben, o senin bildiğin ben, yanında bulunduğu vakitlerde bile ulviyet-i muhabbetinle başka bir insan olmak şerefini düşünen ben, bu hakikat-i vicdaniyeyi bir yerde ketm ü ihfaya [saklamaya] cür’et edersem denîyim [alçağım]. Senin istiaze edeceğin [Allah’a sığınacağın] hainim. Lâkin tahammülüm kalmadı. Seni görmemezlik, senden ayrılmak pek güç... Beni hissim içinde öldürüyorsun.”
Zaten onun da Ahmed Rasim’den ayrılması güçtü. O da kendi hissi içinde ölüyordu. O da mahrumiyetten şikâyet ediyordu:
“O sevdiğin ufuklara baktıkça oralardan, ta uzaklardan bir aks-i sada-i pür-ihtizaza [titreyiş dolu sesinin yansımasına] muntazır bulunuyorum [bekliyorum]... Bir aydır ki ben o nağme-i dilden mahrumum. ‘Kabahat senin’ diyeceksin, değil mi? Belki hakkın vardır, azizim. Bu mahrumiyet bana, o enis-i ruha [ruh arkadaşına], o sada-yı hâtifiye [gaipten gelen sese] ne dereceye kadar ihtiyacım olduğunu öğretti. Öğretti, ne demek? Ondan mahrumiyetle devam edecek hayatın bence tamamen manasız olacağını anlattı. Kalben buna kanaat hâsıl ettim. Sesinden mahrum bulunduğum bu müddet-i elîme [acıklı zaman] zarfında bir aks-i sada-yı pes [pes bir sesin yansıması], bir cümle-i vicdani daima hafızamı okşadı: ‘Meğer sen ne büyükmüşsün?’ sözleri. Benim, senin nazarında büyüklük addolunan hâlim kalbi elinde bir mahlûk bulunuşumdan ibarettir. İşte meziyetim ancak budur.”
İkisi de aşkın ne olduğunu biliyorlar, ikisi de ruhen, hissen ve irfanen anlaşıyorlardı. Ada gezintileri baharda ve hazanda olduğu gibi, karlar altında bile devam etti. Hanımefendi bir mektubunda kış gezintilerini Ahmed Rasim’e şöyle tasvir ediyor:
“Sid-i şefkati [şefkatinin yüceliği] medarın [dönüşün] derdest-i muhabbetimde [muhabbeti yakalamasında] olduğu hâlde, ne idi o seyran-ı şebâne [gece gezintisi]! Müteveccih olduğum [yöneldiğim] semti maksudun [arzulanın] aksine harekete sevk eyleyen bâd-ı şitâ [kış rüzgârı] bir dest-i gazabla [öfke eliyle] tahrik olunur [harekete geçirilir] taziyâne-i hırs ve şiddet [şiddet ve hırs vasıtası] gibi bizi sürükledikçe kendimizi ne hoş bir meyl-i tıflane [çocukça eğilim] ile onun yed-i ihtiyarına [tercihine] terk eylemiştin. Geceleyin bizi sağdan sola bir şiddet-i mütezâyide [artan şiddet] ile uçuran o şimal [kuzey] rüzgârı- hatırında mı – ferdası [ertesi] günü zemini yekser [bir baştan bir başa] beyazlarla örtmüş, bir reng-i masumiyete bürümüştü.”
Bahar, Ada’yı pek çabuk çimenler ve çiçeklerle süsledi. Bahçelerde açılan mimozalar, yaz ve kış açan güller, erguvanlar, sümbüller ve karanfiller gözleri şenlendirmeye başladı. Hanımefendi, musikiye meclup [tutkun] olduğu gibi, tabiatın bütün güzelliklerine de meftundu.
O, hissen, irfanen, ruhen tam bir Türk kızı idi. Türk kadınlığının levend endam [uzun boy], vakur, mutaazzım hüsnü [kibirli güzelliği] ve zekâsıyla gözler kamaştıran bir timsali idi. Ahmed Rasim’in onu sevmemesi kabil miydi? Türk edebiyatının gene nezih, şen, şatır üstadı onun tarafından sevilmeyi kendisi için en büyük bir bahtiyarlık sayıyordu. Hanımefendi de öyle idi. Hatta Ahmed Rasim’e yolladığı fotografinin altına şu satırları yazmıştı:
“Kalbim aşina-yi raz-ı derunun [sırları bilen kimse] olmak ister. Ben senin her zaman neşe-i hatırını görmeliyim. Tasvirime baktıkça ne söylemek istersen söyle. Ben onları duyarım. Bunu yadigâr olmak üzere vermiyorum. Sana yâr-i can olsun diye takdim ediyorum.”
Böyle yazmakla beraber o da Ahmed Rasim’i üzmekten geri durmazdı. Bazan, Ada’da, gene sevdikleri tepede hazanın güzelliklerini seyrederlerdi. Güneş, Ayastafanos önlerinde, denize doğru daldıkça lâlleşen bir kırmızılıkla gözlerden kaçmaya çalışırken, bulutları al, pembe ve turuncu renklerle süsleyerek Kartal ve Maltepe dağlarını gittikçe hafifleşen mor ve erguvani sislerle denizlere aksettirirdi. Uzun ayrılıklar ve gözyaşlarından sonra, gene orada yerleştikleri zaman, Ahmed Rasim kaç defa gözyaşları dökmüş, fakat:
“Devam edersen kalkar, giderim!” hitabına maruz kalmıştı.
Ahmed Rasim onun divanesiydi. Mehtaba karşı kaç defalar ayaklarına kapanmıştı. Birbirine karşı bu kadar meftun oldukları hâlde neden çarçabuk darılırlardı?
- Fakat Ahmed Rasim’in ruhî tasvirlerini okuyup da onunla barışmamak kabil miydi?
- “Meğer ben seni hakikî surette seviyormuşum. Dün akşam senden ayrıldıktan sonra anladım ki senin muhabbetinde mutlaka bir büyüklük var. Zira hayatımın şu zamanına kadar kimsenin yanında bu kadar küçük bulunacağımı memul etmiyordum [ummuyordum].”
- Diye iki satır yazsın... İşte gelen cevap:
- “Lâkin o kadar zekisin ki... İşte bende her nevi kuvvet ve metaneti yerlere seren bu kuvve-i galibe [galip olma kuvveti] ile müsellâhsın [silahlanmışsın]. Hep sana ait tefekkürat-ı dûradûrla [uzun uzadıya süren düşünceler] dem-güzar olduğum [vakit geçirdiğim] şu medid-i saat-i tenhide [uzun, tenha saatlerde] yazdıklarını tekrar ederek okudukça teşrih-i samimiyetteki [samimiliği açıklamadaki] iktidarına [gücüne] hayran oluyorum. Ve şu hâl-i iğbirarımda [gücenme hâlinde] bunlara samimiyetten ziyade kudret manasını veriyorum. Bu sözlerim hoşuna gitmiyorsa beni affet.”
Affetmemek Ahmed Rasim’in elinde değildi. Ona karşı ruhen duyduğu ıstırabı yenmesinin imkânı yoktu. En tatlı zevk ve tarab [sevinç, neşe] âlemlerinde bile onu hatırından çıkaramazdı:
“Dün gece gene seni düşündüm. Zevk ve tarab namına bir keman, bir ud, iki nağmekâr-ı hazin [hüzünlü ses], bir tanbur vardı.
Mehtab! Fakat ne güzel mehtab! Ne lâtif hava, ne ferah verici deniz! Kamer [ay] bütün Kalamış koyunun üzerine serilmiş, bütün sahil perişan bir surette mer’i [riayet edilen], ta karşı ufuklar şeffaf sisler içinde manzur [bakılan şey] ve nihan [gizli, saklı]. Sular sakin, dalgalar ka’r-ı deryada [denizin derinliklerinde] gunûde [uykuya dalmış], hiçbir hail [tehlike] yok. Artık eğleneceğim. Seni unutacağım. Kederlerimi bir tarafa bırakacağım. Metâib-i zihniyem [zihnî faaliyetlerim] azalacak. İçeceğim, neşeler içinde kalacağım. Aşk ve sevda darmadağınık olacak.”
Evet, içecekti. En hazin nağmeleri dinleyecekti. Garib hicazları, karcığarları çaldırtacaktı. Fakat onu unutmasının imkânı mı vardı? Mektubunun sonunu şu cümle ile bitiriyordu:
“Artık bu eğleniş beni başka bir odada yalnız oturmaya mecbur etti. İşte azizim. Şimdi eğleneceğim. Emin ol. Çünkü seni düşüne düşüne sabah edeceğim.”
Hayat! Hepsi hiç! Baharlar gene adaları şenlendirdi. Hazanlar, dökülen yaprakları ve solgun gurublarıyla gönülIerde gene ayrılık acıları uyandırdı. İkisi de gözlerini sevdikleri tabiatın bütün güzelliklerine yürüdüler. Fakat hatıraları kendilerini sevenlerin hiçbir zaman yüreklerinden çıkmadı.
* * *
“Akşam. Hazin, elemli bir sonbahar akşamı. O sevdiğin tepedeyim. Çamlar yemyeşil. Güneş gene senin tabirinle ‘koyu al renkte bir küre’ şeklinde denizin gözler kamaştıran maviliklerine gömülüyor. Gözlerimin, bir gün olup da Heybeli’nin koyu servileri arasında mezarını seçmeye çalışacağını hiç aklıma getirmezdim. Karanlık ruhuma matem gibi çöktüğü zaman, içim sızlayarak gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı...”
Cumhuriyet, 23 Eylül 1936, s.3.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.