Cinsiyetsiz toplum kendi diktatörlüğünü kuracak

KÜBRA KURUALİ YAŞAR , MERVE AKBAŞ
Abone Ol

Yaşadığımız dünya artık kıyafetlerin ve oyuncakların giderek cinsiyetini kaybettiği bir yer... Çocuklarının özgürlüğü için onları “cinsiyetsiz yetiştirdiklerini” söyleyen ebeveynler görüyoruz. Birçok klip, dizi, sinema filmi hatta çizgi filmde bile “üçüncü cins” ile karşılaşıyoruz. Tüm bunlar, bizi bildiğimiz “aile” kavramının yok olacağı, “doğma/doğurma eylemini askıya alan” ütopik bir hayata mı götürüyor? “Kadın ya da erkek olmayan” bedenler, hızla çoğaldığında nasıl bir dünyanın içinde yaşıyor olacağız? Toplumsal cinsiyet kavramlarının, bizi cinsiyetsiz bir dünyaya götürüp götürmediğini, sonuçlarının neler olacağını İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Dr. Mehmet Emin Balcı ile konuştuk.

Bir yıl önce sizinle “Kadını tartışaduralım, erkek nereye gidiyor?” sayımız için 60’lı yıllardan sonra post-modern dönemin etkisiyle çözülme yaşayan ve yeniden üretilen kadın, erkek, çocuk gibi toplumsal cinsiyet kavramlarını konuşmuştuk. Son dönemlerde yeni doğan çocuklarına kız ya da erkek olduklarını söylemeden, cinsiyetsiz yetiştirdiklerini ifade eden ebeveynlerin sayısının arttığını görüyoruz. Bu durum aynı çözülmenin devamı olarak yorumlanabilir mi?

Paradoksal gibi gözükmesine rağmen beden, toplumsal inşa söyleminin yumuşak karnını oluşturur. Öte yandan “unisex” gibi bir etiket, heteroseksüel olmayan, azınlıkta kalan cinsiyet ve cinsel yönelimlerin hepsini içine alan şemsiye bir terimdir. Bu öyküyü birtakım iktidar ilişkilerinin bedenlerimize kazınması ve sonra da çözülmek zorunda kaldığında bireylerin “ben” idrakinin farkına varıp yeni kimlikler araması şeklinde, yani bedeni bütünüyle paranteze alan bir bakışla okursak, toplumsal inşacılığın yanlışına da düşmüş oluruz. Bu öykü bir noktadan sonra hareket ettikleri hikâyeye “bedene” de saldırıyor.

Bu saldırıyı bir tür ütopya ya da distopya üzerinden yorumlamak mümkün mü? Böyle bir gelecekte bizi neler bekler?

Bu saldırı insanın biyolojik bir varlık olduğu, hayata başlamak için doğmak zorunda olduğu, kadının bir vajinası, erkeğin bir penisi olduğu gibi temel bedensel zorunlulukları “geçicileştiren” bir noktaya gidiyor.

Mehmet Emin Balcı

Bilindik aile kavramının çözülmesi beraberinde doğma/doğurma eylemini askıya alma fikrinden beslenen bir ütopyayı hızla hayata geçirebilir. Bu söylemin içinde erkek fikrinin eski imajını, kadın fikrinin ise eski dezavantajlarını kaybetmesi, bunların yerine “kadın ya da erkek olmayan” bedenler türetebilir. Bu söylemin temel özelliği bir mite, bir ütopyaya “gerçek” muamelesi yapmaktır. Bizim kimliklerimiz tarihsel süreçlerden devraldığımız, inşa ettiğimiz, kurduğumuz şeylerdir. Bir noktada kendimizi özdeşleştirip içinde bulduğumuz şeylerdir. İnsanın bedeniyle kurduğu ilişkiyi düşünün. İnsan, sadece bedeninin sahibi değil ki aynı zamanda bedenin kendisi. Yaptıklarının öznesi olduğu kadar pek çok şeye de maruz kalan bir oluşum. Judith Butler’ın altını çizdiği gibi toplumsal inşa söyleminin, özellikle queer teorinin -belli açılardan haklı olarak- radikalize etmeye çalıştığı bedenin “diyalektiği” yadsımış olmaları ciddi bir problemdir.

Beden derken yalnızca biyolojik bir şeyden mi bahsediyorsunuz?

Hayır. Bizim karşı çıktığımız ya da olmak istediğimiz, duyularımızın dokunduğu, fikirlerimizin tasarladığı her şeyin kesiştiği bir ilişkiler ağı.

Bu noktada dünyayı sabitlediğimiz 'öz' denilen şeyin bize dışarıdan yüklenen bir şey mi, yoksa dışarıya karşı savunmamız gereken bir şey mi olduğu gibi büyük soruların bizim bilgimizin, eylemlerimizin ötesinde durduğu söylenebilir.

Bu öteliğe ister bilinç dışı isterseniz öteki diyebilirsiniz. Kartezyen bir alışkanlıkla modernliğin kolektif kimlikleri benliğin ötekinin varlığına kökten bağlı olduğu gerçeğini paranteze alır. Egomu belli birtakım niteliklerle özdeşleştiririm sonra bu zihinsel kabulü hayata tatbik ederim.

Yaşlanmanın itibarını idrak etmeliyiz
Nihayet

Ortalama bir cinsiyet söyleminde önümde uzanan birtakım iktidar ilişkileri varsayar ve bunlara karşı çıkarım. Karşı çıktıkça kendimi “kendim” olarak hissederim. Mesele şu ki; biz bu iktidar ilişkilerinden hiçbir yerde azade değiliz! Geçmişi bir yerde bırakıp hızlıca kendi sıfır noktamızı inşa etmiyoruz ki. En erkek ya da en kadın hissettiğimiz şeyler belli bir dönemin kadın ve erkeğini de yansıtıyor. En çok karşı çıktığımız şeyler, aynı zamanda biraz daha ucunu açtığımızda olmak istediğimiz şeylere dönüşebiliyor. Bizim hikâyemiz bu diyalektiği birtakım tanım ve özdeşlemelerle dondurup çözmeye çalışmak. Kafamızda bir “erkek olmayan ve kadın olmayan” fikri tasarlıyoruz.

  • Yerleşik erkek ve kadın kategorilerini çözüp bunların bakiyelerini yeniden bir araya getirdiğimizde toplumsal cinsiyet açısından daha olasılıklı bir noktaya geçebileceğimize inanıyoruz fakat bu kararları verirken kişi kendi hikâyesi ve toplumsal hikâyesinden korunaklı bir yerde mi? Egosuna ne oluyor? Hâlâ bir anne ve babanın çocuğu değil mi? Çocukluk yaşında hiç de cinselliğe atfetmediği korkuları, kaygıları yok mu?

Yaşamın tüm süreçlerini kendimizi atfettiğimiz bir kategoriye indirgemek (spor, cinsiyet ya da sosyal ağ profili) kimliklerimizin esasını oluşturur. Modern dünyada kim olduğumuz hakkında aldığımız tüm kararlarımıza bir tür fundamentalizm eşlik ediyor. Bu anlamda her şeyi bıraktığımızı iddia ediyoruz ve sonra eldeki mirası da kafamızdaki ideal kimlik neyse bir araya getirdiğimizi düşünüyoruz. Bu ütopya sonrası bir şey! Ütopyadan daha çok kasvetli bir bilim kurgu öyküsü.

Bahsettiğiniz ütopya sonrası şeylerin sonucunda nasıl bir evrene ulaşacağız? Cinsiyetsiz bir toplum düşünenler suç ve ceza gibi kavramları bulanıklaştırmaz mı? Mesela toplumların tümü tarafından bugün kabul gören pedofili, ensest gibi sınırlarla çevrili ahlaki yapı zarar görmez mi?

Bu söylediğinize kabul ettiğimiz öğretilerin dışında kesin bir cevap vermek zor. Sınırlar ait olduğumuz dünya görüşüne göre şekillenir. Öte yandan antropolog Levi Strauss’a göre toplumlar arasında bütün örgütlenme farklarına rağmen “tek evrensel kural” ensest yasağıdır.

Levi Strauss

Bu yasak biyolojik mi, yoksa türlerin ayakta kalması adına konulmuş bir şey mi? Bu konuda birtakım biyolojik açıklamalar var. Bazı sıra dışı vakalarla sınırlı kalmasına rağmen türün hayatta kalması açısından ensestin doğrudan bir engel teşkil etmediğine yönelik hipotezler var. Yani ne ölçüde biyolojik gerekçeye dayandığı tartışmalı. Kültürel bir sınır olarak da düşünebilirsiniz. Kimliklerimizin içine bir şeyler atarken aynı zamanda birtakım sınırlamalar da üretiriz. Bizim handikapımız pedofili ve ensest gibi gerçekten rahatsız edici ve üzerine düşünmek dahi istemediğimiz bir konunun, bu sınırın içerisindeki hareketlilik karşısında sürekli meydan okunması ve çözülmesidir. Buradan ne çıkar bilemiyoruz. Pedofili ya da ensest yasağı bir sınır olarak birtakım insanlar için -mesela benim için- hâlâ geçerliliğini korusa da, yeni kimlik inşalarının başka serbestiyetleri ve sınırlamaları olacak. Bazıları için bunun pedofili olmaması muhtemel. Bizim tarih boyunca evrenselmiş muamelesi yaptığımız bu kültürel kural bir yerden sonra yerini başka kurallara bırakabilir.

Muhafazakâr ailelerin çocuklarının özellikle Kore dizisi, filmi ve pop gruplarını izledikten sonra birtakım sorgulamalarla birlikte cinsiyetiyle ilgili sorunlar yaşadıklarını duyduk. Bu şaşırtıcı bir durum değil mi?

Türkiye’yi eğer iki mahalle gibi düşüneceksek her ikisi için de geçerli olacak bir durumdan bahsediyoruz. Muhafazakâr bir çevre bu konuyu hiç konuşmak istemiyor, kendi kalıplarıyla bunu aşmak istiyor. Diğerleriyse eski paternalist anlatıları çözmek üzerinden kendini kuruyor. İster istemez bu da meseleyi sığ bir yere çekiyor. Bazen tedavüldeki cinsiyetçi söylemin atıf yaptığı metinleri gerçekten okuyup okumadıklarından şüphe ediyorum.

  • Muhafazakâr mahallenin çocuklarının durumu şaşırtıcı değil, muhtemel, bunlar yaşanacak. Kim yaşayacak, hangi sosyal kökenler yaşayacak, bunu öngörmek zor. Çünkü kendi içimizde özdeşleştirdiğimiz kimliklerin aşılmaya başlandığı bir yere doğru gidiyoruz. Bunu iki şekilde yorumluyoruz. Bir tarafta o kimliği yeniden eski kalıplar üzerinden kurgulamaya çalışıyoruz diğer tarafta kendimizi görünüşte “karşı çıktığımız şeyleri” işleten bir söylemle okuyoruz. Aslında ikisi de hâlihazırda yaşadığımız duruma karşı bir savunma mekanizması.

Biz cinselliği belli bir kimlik bileşeni olarak bilmiyorduk, bunu yeni görmeye başladık. Geç modern kimlik, her şeyin çıkarılıp tekrar eklenebileceği veya farklı sunulabileceği modüler formlardan oluşuyor. Bu da ister istemez bazen cinsiyet gibi değişmeyeceğini düşündüğümüz şeyleri etkiliyor, bazen din gibi hayatımızı adadığımız şeyleri... Bazen ise teknoloji ya da hobiler gibi boş zaman pratiği diye düşündüğümüz kategorilere yayılıyor. Bunları bir araya getiren toparlayan şeylerin ne olduğu konusu günümüz toplumunda korkunç bir belirsizlik taşıyor. O zaman bireyler de bunu kendi inisiyatifleri ile çözmeye çalışıyor.

Annenizin, babanızın size sunduğu dünya ile sizin yaşadığınız dünya arasında bir kontak kuramıyorsanız, ister istemez o dünyayı yeniden yaratmak zorunda kalıyorsunuz.

Devralmak yerine, inşa etmeniz gerekiyor. Biz bunu genelde dinine diyanetine bağlı Asım’ın Nesli yaratmak istediğimiz zaman çok sorun etmiyoruz. Ama mesele şu ki Asım’ın nesli de problemdir. O da çözülme evresinde bir şeylere karşı duran bir savunma mekanizmasının ürünüdür. Asım’ın hikâyesine baktığımızda yiğittir, dürüsttür, aynı zamanda usul bilmez. Nerede, ne yapması gerektiğini bilmez. İlk kafasına koyduğu şeyin peşine gider. Zaman zaman hoşlansalar da babası Köse İmam veya Akif yaptıklarına biraz iyi niyetle biraz da toyluk olarak bakar. Bu olgunlaşmamış prototip bir ideal temsili olarak kitlelere sunuldu ve bunun da bir yerden sonra tutmadığı ortada. Herkes için sert bir süreç bu.

Yeni yeni konuştuğumuz birçok şeyin Endonezya, Malezya gibi Müslüman Asya ülkelerinin 60-70 yıldır gündeminde olmasını ve bazı mabetlerde üçüncü cins için ayrı bir ibadet yerinin açılmasını nasıl yorumlarsınız?

1960 sonrası eski kolonyal ülkeler geçmişlerinde taşıdıkları gerilimlerin, modernliğin kendi gerilimlerine eklemlendiği bir süreçle karşı karşıya kaldı. Geç modern çözülmeler; eski beyaz adam-siyah adam, laik-modern gibi ayrımlara eklemlendi. Ve ister istemez modern dünyanın yeni problemleri de devralındı. Bizim kendi deneyimimiz; bir modernlik anlatısı olarak 1940’larda nasıl Fatih-Harbiye ayrımını ya da 1960’lı yıllarda İnce Mehmet ve Aylak Adam motiflerini ürettiyse bu dönemin gerilimlerini de yeniden üretmesi çok doğal.

Karantina günlerimiz için dizi önerileri
Nihayet

Biz bu gelişmelere dışarıdan gelen mikrop gözüyle baktığımız için nasıl dezenfekte ederiz onu düşünüyoruz. Ama bu “mikropları” dezenfekte etmeye çalıştıkça, çok daha güçleniyorlar ve bir yerden sonra normalleşecekler. Elbette herkes için aynı ölçüde geçerli bir normalleşme olmayacak. Kimi kesimlerde daha çok deneyimlenecek, kimisinde öncelikle garipsenen sonra idare etmeye çalışılan karşılaşmalar yaşanacak. Bahsettiğiniz ülkeler de idare etmeye çalışıyor. Bu idare mekanizmaları ve kırmızı çizgiler her toplumda olan şeyler. Günümüzdeki hikâye eşcinsellik ya da unisexlikten değil, ötekileri nasıl idare edeceğimizi bilmemekten kaynaklanıyor.

Dışarıdan gelen bir mikrop gibi bakmamak bazen zor olabiliyor. Mesela yapımcı bir arkadaş Netflix’e bir dizi sundu. Senaryosu beğenildi ama içinde “eşcinsel birey olmadığı” için eleştirildi ve bu eklemenin yapılması istendi. Bunu yapmak istemedikleri için projeleri onaylanmadı. Bu da bir nevi dışarıdan pompalanan bir mikrop değil mi?

Kültür endüstrisi herhangi bir ürün üretilirken maksimum bir hedef kitleye hitap etmeyi amaçlar. Elbette ki o hikâye bir yerden sonra kitlenin ortak hikâyesi olmaya evrilebilir. Kültür endüstrisinin bu tip kalıpları olağanlaştırdığı üzerinden bunu söyleyebilirsiniz.

Öte yandan kültür endüstrisi zaten normalleşmiş ve belli bir profil sunan bir kitleye mal satan işletmelerden oluşur, zarar etmek istemez.

Hollywood’un tüm özgürlük havasının ardında, ciddi bir muhafazakârlık barındırdığı bilinir. Dolayısıyla çift taraflı bir süreçten bahsediyoruz. Çocukların eşcinsellik arayışlarına özendirilmesi fikri o arayış -olmadan önce- belli bir doygunluğa, kaynağa, finansa ulaşmadığı sürece olacak bir şey değil.

Fakat dört, beş yaşındaki çocukların izlediği çizgi filmlerde bile var. O yaştaki çocuklar da arayış içinde mi!

Böyle bir sorgulamaya girdiğimizde; acaba eşcinsel mi, cinsel odaklı mı, yoksa masum bir hikâye mi gibi sorular bizim kendi pozisyonlarımıza göre anlam kazanmaya başlar. Heidi çizgi filmini biliyorsunuz, benim en sevdiğim hikâyelerdendir. Ama Heidi’nin aslında İsviçreli gayrimeşru bir çocuk olduğu, o yüzden çıplak ayakla dolaştığı gibi bir tevatür var. Bunları tek tek ayıklayıp üzerlerinden bir cinsellik savunmasına girildiğinde anlatı diye bir şey kalmaz.

  • Bir yerden sonra hepsi pornografikleşmeye başlıyor. Bu yüzden unisex söylemine daima bir pornografi eşlik ediyor. Pornoyu erkek ve kadının bir araya geldiğinde neler olacağının izleyicilerce bilindiği bir sekans olarak düşünmeyin. Anlatılan ile yapılan, düşünülen ile ifade edilen şeyler arasındaki bir aleniyet demek istediğim. Bu aleniyet zaten başka şekilde o hikâyeyi anlamanıza imkân tanımıyor. Böyle bakıldığında bir hikâyeye, tek yapılması gereken onun cinsel içerikli ya da eşcinsel propagandası olup olmadığına karar vermek oluyor.

Kitlenin bir tarafındaysanız buna eşcinsel karşıtlığı, diğer tarafındaysanız eşcinsel yandaşlığı diyorsunuz. Anlatının kendisi dağılıp imha oluyor. Bizim kimliklerimiz bu yüzden giderek sertleşiyor. Birtakım özellikler tanımlayıp onlarla özdeşleşmek, farklı veya değişken olana nasıl muamele edeceğimizi bilmediğimiz bir müphemlikle birlikte hareket ediyor. O zaman da benim sorunum bu, benim kimliğimi oluşturduğum unsurlar bunlar diyorsunuz. Eril ya da dişil veya bunların ikisine de yaslanmayan alternatif bir kimlik! Bu sefer o kimlikler sertleşmeye başlıyor. Çocuğuma pembe ya da mavi giydirmeyeyim, sarı giydireyim ya da rengi o tercih etsin diyorsunuz. Söz konusu anlayış, erkeği-kızı özdeşleştirdiğimiz pembe-mavi gibi, yeni tercihlerin şeyleştiği çok daha sert kimlikler doğuruyor. Renk skalası daha geniş ama tanımı dışındakilere daha az tahammülkâr bir söylem yaygınlaşmaya başlıyor.

Biz çocukken Barbie bebeklerle oynadık. Bizden sonraki kuşakların anneleri çok feminen olduğunu düşündükleri için kızlarını bu bebeklerden uzak tuttu. Fakat geldiğimiz noktada Barbie çok masum kalmadı mı?

Bunlar birer gösterge ve biz onların işaret ettiği yere odaklanmıyor, orada başka uzlaşılar, sınırlamalar olduğuna dikkat etmiyoruz. “Barbie çok kadınsı ve çocuğumun daha kadınsı olmasını istemiyorum. Bu yüzden oynamasın!” biçiminde düşünülüyor. Ancak, bu kız iki gün sonra annesinin makyaj malzemelerini veya topuklu ayakkabılarını kullanmak da isteyebilir.

Çizgi filmlerde kadınlık ve erkeklik rollerinin sivriltildiği söylemler var elbette. Prensesler, periler, Elsalar…

Bir temayülü tamamen iptal etmekle, onu doyurmak arasındaki farkı göremiyoruz. Dişillik ve erillik konusu da buradan çıkıyor. Erkeklerin dişil temayülünü, kızların eril temayülünü ne ölçüde düzenleyeceksiniz? Hangilerini düzenleyip, hangilerini görmeyeceksiniz? Günümüzde her şeye karar verdiğimiz gibi neyin daha dişiliği öne çıkaran, neyin daha erilliği güçlendiren olduğuna karar vermek mecburiyetinde hissediyoruz. Barbie bebeği bir seks objesine dönüştürdüğümüz için çocukların hayatından siliyoruz. Aynı şekilde şiddeti çağrıştırdığını düşündüğümüz için oyuncak tabancayı erkek çocuklarından uzak tutuyoruz. Sizin, bizim çocukluğumuz için sadece “oyun” olan yeni çocukluklar için bir “sapma” göstergesi. Normalin ve anormalinin nerede başlayıp, nerede bittiğine, olmak istediğimiz kişiler üzerinden karar veriyoruz. Çizgi filmlerde kadınlık ve erkeklik rollerinin sivriltildiği söylemler var elbette. Prensesler, periler, Elsalar…

Elsa’nın yapımcısı karakterin eşcinsel de olabileceğini, buna karakterin kendisinin karar vereceğini açıklamıştı en son...

Ama başlangıçta Elsa sadece soğuk kalpli bir kızdı. Bir noktadan sonra söylem bu pornografik bakış açısını getirdiği için Elsa’nın kim olduğunda, olmak istediğimiz kişiyi arıyoruz. Ondan sonra da Elsa’nın cinsel yönelimini tartışmaya açıyoruz. Fred Çakmaktaş’ı da ataerkil düzenin estetize bir kahramanı olarak görebilirsiniz. Bir açıdan doğru da olabilir ama hikâye bununla sınırlı değil. Çakmaktaş, 1950’lilerde dünyanın pek çok ülkesi için uyarlanabilecek bir erkek karakterdi. Kayınvalidesi ile sorunları var. Karısı Vilma daha üst sınıftan ve sürekli Fred’i dizginlemeye çalışır. Mağara adamı Fred’in karısından ödü kopar. Anlatılan tüm hikâyeleri kendi gerçekliğinden çıkarıp, politik pozisyonlarımıza, kültürel savunularımıza eklemlediğimizde ne oyuncak ne de hikâye kalıyor. Asıl tehlikeli olan da bu! Masallarla ilgili de benzer söylemler var. Diyorlar ki: “Bizim kızlarımızın kurtarılmaya, erkeklerimizin kurtarmaya ihtiyacı yoktur.” Peki, bizim masala ihtiyacımız yok mu gerçekten?

Tabii ki var!

İşi masallara duyduğumuz ihtiyaçtan cinsiyet öğelerini ayıklamaya döndürdüğümüz zaman, bir yerden sonra her şeyin birbirine benzediği ve bizim de ne yapacağımızı bilemediğimiz bir kaos ortaya çıkıyor. Çünkü hikâyelerimizi fazla cinsiyetçi veya ölüm, şiddet, hüzün içeriyor diye devrediyoruz. Uyuyan Güzel’le onu öpen prens arasında da yüz yaş fark var, onu ne yapacağız?

Bu açıdan hiç düşünmemiştik. Ama prensesi öpmese o da prens olmayacak zaten.

Misyonu kurtarma edimine veriyoruz ama kızın eline iğne batmasa o prense de gerek kalmayacak. Hikâye zaten kötü bir kehanetle başlıyor.

Hat öğrenirken bir ustamın olmaması bana özgürlük sağladı
Nihayet

Prenses anne babasının usul erkân bilmemesinin hatasını ödüyor en başta. Prensin olması için Uyuyan Güzel’in, Uyuyan Güzel’in olması için de iğnenin prensesin parmağına batmış olması gerekli. Kimlikler bu hikâyede olduğu gibi birtakım tevatürler, devralınmışlıklar üzerinden kendini gösterir. Siz bir şeyi devralıyorsunuz ve onunla bir ilişki kuruyorsunuz. Ama tüm mirası reddetmek, iptal edip kendinize tertemiz bir başlangıç noktası aramak çok daha tehlikeli bir “kimliksizlik” ortaya çıkarıyor.

Pierre Bourdieu, Eril Tahakküm kitabında Kabil kabilesiyle ilgili örnekler verirken de büyük bir mirası görmezden gelmiyor mu? Zeytin toplamak için erkeklerin ağaçlara değnekle vurduğu, kadınların ise çocuklarla birlikte -ezildiklerini ima ederek- eğilerek yerden topladıklarını anlatır. Bir kadın için büyük bir değnekle ağaçtan zeytin düşürmenin daha yorucu bir iş olacağını, hatta bunun bir iş bölümü olduğunu hiç düşünmez. Oldukça zorlama bir bakış açısı değil mi?

Bu bir iş bölümü. Erkeğin zeytini aşağı indiren, doğadan koparan ve bunu bir metaya çeviren kısmını olumlar; katma değer, ekonomi, güç deriz. Ama mitik öyküden baktığınızda kadının tanelerini topladığı ağaç, zaten kadındır. Örnekler değişir, hikâye erillik ve dişillik, etkenlik ve edilgenlik arasındaki karşılaşmalardır. Unisex söylemler ya da bu yeni cinsel kimlikler bu karşılaşmaları iptal etmek ya da birleştirmek üzerinden üçüncü bir cins üretmeye çalışıyor.

Bourdieu-Eril Tahakküm

Bourdieu’nün o metinde vurguladığı daha geniş bir perspektif sunuyor aslında. Okuduğumda oldukça şaşırdığım başka bir örnek vereyim. Kurban bayramında kimilerinin bıktığı bir seramoni vardır. Erkek gelir, başı gövdeden ayırır ama yüzmesi, parçalaması gibi tali işleri kadınlar yapar. Fransa’nın köylerinde de domuz keserken aynı işlemler uygulanırmış. Daha şov ve güç odaklı tarafı erkek, detaylı ve uzun süren kısmı kadın yapıyor. Bourdieu'nün incelediği gibi bir cemaat yapısını şiddet konusunda düşünün. Aynı köyden biriyle evlendiğinizde kayınpederiniz zaten tanıdığınız, belki babanızla akrabalık bağı olan biri. Bu yoğun ağ, mahrem hayatınızın kamusal bir probleme dönüşmesine neden oluyor ama aynı zamanda topluluk ruhu eylemlerinizi de kontrol ediyor. O yüzden bir erkeğin vurması veya kadının hamle yapması arkasında başka düzenlemeler taşıyor. Modern toplumun temel özelliği bu düzenlemelerden vazgeçmesidir. Anonim ilişkilerimiz, “Standartlar bunlar, nasıl uyarsan uy” gibi bir mantığı da beraberinde getirdi. Uyulmama, çiğnenme ihtimalinde ne yapmamız gerektiğini bilmiyoruz. Antik dünyada, Hint toplumunda veya İslam toplumda bu görünürdeki hukuku, ayrımları telafi edecek, dengeleyecek bir sürü pratik var.

  • Biz bu pratiklerin hepsine sert bir çizgi çekip, geride bırakıyoruz. Fakir kız, zengin erkek aşkı ne kadar imkânsız olsa da Türk ve Amerikan filmlerinin favori konusudur. Antik dünyada ise bu sınıfsal ayrıma dayanan evlilikleri görmek -istisnalar olsa da- zordur. Denklik ister istemez kültürel, kimlik, iş bölümü denkliği gibi birtakım dezavantajları sürdürmekle birlikte arkadan arkaya belli bir ölçüde avantaj da üretebilir.

Yani kadınlar tarih boyunca aciz ve düşünme yoksunu oldukları için tahakküme katlanmıyorlar. O tahakkümün, dezavantajlı taraf için birtakım avantajları da var. Bu nedenle katlanıyorlar hatta bizzat çocuklarını o minvalde yetiştiriyorlar. Bunlar iç içe geçmiş meseleler. Ama biz böyle keskin bir çizgi çekip, steril bir kimlik oluşturduğumuzda hepsini kaybediyoruz. O zaman da problem olduğunu düşünmediğimiz bir sürü şey gözümüzde bir problem edasına bürünüyor.

Semavi dinlerde bazı durumlar için cinsiyet değiştirip hayatına öteki cinste devam etmeye müsamaha olduğunu görüyoruz.

İslam dinini biliyorum. Başka uygulamalar da okudum ve ortak nokta, sadece erkek ya da kadın hissetme meselesi değil. Hünsa denen bir durum var. İki cinsiyetin de biyolojik göstergelerine sahip birinin bedenini nasıl yorumlayacağı konusunda kimi zaman bir yol ayrımı belirebiliyor. Kadınlığı veya erkekliği seçebiliyor. Bazen hibrit bir form olabiliyor. Mesela Clifford Geertz’in Malezya’da ve Bali’de yaptığı çalışmalar var. Erkeklik ve kadınlık özelliklerini aynı anda gösteren biri bazı toplumlarda kadın işlerini, bazılarında erkek işlerini, bazılarında ise erkeklik ve kadınlık ile ilişkilendirilmeyen işleri yaparak farklı cinsiyet bölgelerinde konumlanıyor.

Kadınlık ve erkeklik kavramlarının birliği üzerinden düşündüğümüzde ise Kur’an-ı Kerim nefsi vahide diye bir kavramdan bahseder. Nisa Suresi’nin ilk ayetinde “Hepinizi tek bir nefisten yaratan, ondan da erkekler ve dişiler yaratan” diye bir ifade geçer. Platon, Şölen’de aslında kadının ve erkeğin androjeni dediği bir bütünün parçaları olduğunu, sonra tanrıların bunu ayırdığını, iki yarım parçanın yeniden kendilerini bütün hissetmek için birbirlerini aradığını söyler. Hint tanrıçalarından Şiva’nın erkek ve kadın özelliklerini taşıması gibi... Bu tip şeyler modern öncesi dünyada mitsel olarak var. Bu mitler yalnızca efsane, felsefi spekülasyon değil. Aslında erillik ve dişillik gibi ontolojik ve biyolojik ayrımla nasıl baş edileceği konusuna da birtakım şeyler söylüyor.

Kadınlık ve erkeklik aynı zamanda modern öncesi dünya için farklılıkların örgütlendiği bir durum değil mi?

Modern öncesi dönemi düşünün, geniş aileler, üç kuşak bir arada yaşıyor. Erkek olan, annesi karşısında bir anlamda o kalabalık yapının içinde dişil pozisyona düşüyor. Genç erkek, soyu ve mülkiyeti devam ettirecek kişi bir üst jenerasyon karşısında daha atıl pozisyonda. Roller bize ne olmamız gerektiğiyle ilgili net bir tanımla gelmiyor. Birtakım ilişkilerin yeniden üretilmesi içinde içselleştirdiğimiz bir kalıba bürünüyor. Biz zaten o rolü oynarken, o ailenin parçası olmaya çalışırken, erkekliğimizi ve kadınlığımızı öğreniyoruz. Bu kadınlık ve erkekliğin bağlandığı toplumsal ilişkiler değiştiğinde bize sunulan rollerde bir çözülme meydana geliyor. Sıkıntı bunları nasıl yeniden bağlayacağımızı bilmememiz. Kadınlığın ve erkekliğin neye tekabül ettiğini bilmiyoruz artık.

Ben kendimi belli niteliklerle özdeşleştireceğim ama siyaset, tüketim, mistik arayışlar ya da Kore filmleri, hiçbiri nihai bir belirleyici değil! Bunun en keskin alanı cinsiyet aslında. Kadın ve erkek a priori farklı varlıklar.

Amiyane tabirle birisinin penisi, birisinin vajinası var. Birisinin rahmi var, birisinin yok. Bedensel farklılıkları ortadan kaldıracak bir inşa yeni cinsel söylemlerinin temel arayışını oluşturuyor. Bedenler arasındaki farklar klasik modern evrede farklılıkları rasyonalize edip bir iş bölümüne dönüştürüp, hukuki teminat altına alınmakla çözüldü. Kültürel olarak insanlık ya da politik olarak vatandaş gibi soyut kategoriler içinde farklılıklar hiç belli olmuyordu. Öte yandan kadınların seçme seçilme hakkının 20. yüzyılın başında verildiğini, mülkiyet hakkının çok uzun süre bir erkek vasinin kontrolünde olduğunu biliyoruz. Bu çözümler bir yerden sonra erkekliğin tahakkümünü yaratmış gözüküyor. Ama mesele şu: Bu insanlar bunu yaparken kafalarında “erkek tahakkümü” diye bir şey yoktu. Bir düzen fikri vardı, alışıldığı şekilde idare edebilme arayışı vardı. Yeni süreçlerle eldeki çıkarları nasıl dengeleriz sorusu vardı ama bu sorunun içinde cinselliği nasıl belirleriz fikri yoktu. Cinsellik başka sorunlar için üretilmiş çözümlerin, tahmin edilmemiş, niyetlenilmemiş sonuçlarıyla gündemimize düştü.

Kişilerin hissettiği cinsle hayatlarına devam etmesi tamam da cinsiyetler arasında sürekli gidip gelmeleri çok keyfî bir durum değil mi?

Bir kere geçiş olduğu zaman birkaç kere daha geçilebilir. Mesele bu geçişin nasıl tanımlandığı. Yalnızca biyolojik bir şeyden bahsetmiyoruz burada. Bunun hormonal göstergeleri olabilir ama burada önceliği “özel hissetme”ye veriyoruz. Bu his hakkındaki yorumumuzun, bedenin gerçek deneyiminin izlerini ne ölçüde taşıdığı ise aslında şüpheli. Tam tersine bedeni kendi yorum çerçevesine uyduracak teknik bir güç bu soruları ortadan kaldırıyor. Bu teknolojik gücün bir örneğini Pedro Almodovar, İçinde Yaşadığım Deri’de sarsıcı bir olağanlıkla göstermişti.

Filmde teknik olarak yapılıp psikolojik olarak kabul görmediğini söyleyebilir miyiz?

Bir yol ayrımında bırakıyor sizi. Kadim uygulamalardaki bedeni toplumsal tasniflere uyduran süreç, toplumsal inşanın tüm bedensel sabiteleri çözdüğü daha radikal bir yere doğru gidiyor. Bu şu demek, sizin hormonal bir bozukluğunuz, hünsa durumunuz yoksa da kadınken erkek olabilirsiniz. Bunun teknik olarak mümkün olduğunu biliyoruz. Mesele bu kişinin bunu “ne için” yapacağı? Bu ne içinlik ve neye görelik durumu bir zamanlar devredilemeyen, tartışılmayan şeylerin, referansların artık savunulmasını ya da reddedilmesini getiriyor. Kadınlık ya da erkeklik antik dünyada bu kadar savunulacak ya da inkâr edilecek şeyler değildir. Aristo mantığında iki farklı tasnif kategorisi kullanıldığını hatırlıyorum: kısım ve sınıf. Bir sıfatın zatla ilişkisinin sürekli mi yoksa geçici mi olduğuna işaret eder bu tasnif mantığı. Meslekler için sınıf/esnaf tabiri kullanılır; cinsiyet içinse kısım, kadın kısmı gibi... Çünkü cinsiyet gibi nitelikler antik dünyada süreklilik arz eder. Günümüzde benimsediğimiz her özelliğe hem farklı ölçüt ve kullanım sürelerini devreye sokan bir rölativizm hem de hiçbir şeyi değiştirmek zorunda kalmamayı ümit ettiğimiz bir köktencilik eşlik ediyor.

Ursula Le Guin, Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar kitabındaki anlatılarında lezbiyen bir çiftten bahsediyor. Orada da birinin erkeklik rolünü üstlendiğini görüyoruz. Aslında mantık aynı değil mi?

Erillik ve dişilliğin erkeklik ve kadınlığa dönüşme sürecini çok hızlı katettiğimiz için, bu yönelimlerin pozisyona göre değişen bir şey olduğunu unutuyoruz.

Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar

Bir memur, amirinin karşısında dişildir. Bir çocuk, babasının ya da annesinin karşısında dişildir. Dolayısıyla edilgendir. Bu noktada erillik ve dişillik durumsal avantajlar ve dezavantajlarla eşleşir. Ursula Le Guin’in anlattığı şey, Judith Butler’ın Cinsiyet Belası’nda tartıştığı femme ve butch ayrımına denk düşüyor. Erkek tahakkümüne bütünüyle karşı olan ve kadın birlikteliğinin belki en son halkası olarak değerlendirilebilecek lezbiyen ilişkilerde bile şöyle bir handikap çıkıyor: Hangi taraf erili, hangi taraf dişili oynayacak?

Bu mantığa göre cinsiyetler arası geçişkenlik olması gerekmez mi? Erillik ve dişillik rollerini belirlediklerinde, beraberliklerinin itiraz ettikleri heteroseksüellikten ne farkı kaldı?

Rollerimizi tanımlama biçiminin kendisi zaten eril bir şeydir. Sen burada ol, sen burada olma demek bir iktidarı gerektirir. Bunu, erkeğin söylemesiyle kadının söylemesinden bağımsız olarak ifade ediyorum. “Kirayı sen ödeyeceksin, faturalar bende” dediğimizde faturaları ödüyor olmanın erilliği değildir o. Oyunu ve ilişkiyi kurmanın erilliğidir. Oyun oynanacak ve roller verilecek. Birtakım roller birtakım bedenlerle eşleşecek. Bu eşleşmenin kendisi zaten eril bir şey. Bu yapıldıktan sonra yerleşik kadın-erkek ayrımını kullanması ya da kullanmaması bir fark doğurmaz. Hatta yerleşik kadın-erkek oyunlarını iptal ederek, erillik-dişillik kategorisine karar verme iktidarı bir yerden sonra çok daha sert, çok daha köktenci bir uygulamaya dönüşüyor.

Bunu savunan insanlar aslında kendi içlerinde bulunduğu bedeni de kötülüyor. Kadınlığı, gebeliği, anneliği…

Kendinizi bir şeylerle özdeşleştirmek dışarıda kalan diğer nitelikler karşısında ne yapacağınız sorununu ortaya çıkarır. Bunun da yolunu artık bunları kötülemekten, nefret etmekten ya da bir şekilde içeri çekmekten yana bulursunuz. Şunu dersiniz: “Çocuk da yaparım, kariyer de!” Bu kariyer yapmayı amaçlayan kadının tercih ettiği bir söylemdir. Ya da “Çocuklar benim en büyük kariyerimdir!” gibi muadil bir iddia ile evi bir kariyere çevirirsiniz. İkisi de, son tahlilde, kapitalist erkin ev ve atölye arasında yaptığı ayrımı işletir. Bunların ikisi de aynı eril dili kullanır. Erkek dilini demiyorum: Aynı iktidar dilini kullanıyor. Fakat pozisyon farklılıkları onların işlerini başka şeylermişçesine doldurmalarına olanak tanıyor. Bu ayrımı yaptığınız ve bu erilliği fark etmediğiniz zaman oynadığınız roller çok daha totaliter ve sert hâle geliyor. Farklılıklarla nasıl baş edeceğinizi göz ardı edeceğiniz bir kayıtsızlık yaratıyor. Bu kayıtsızlık bence çok daha ölümcül bir şeye götürebilir bizi.

Bir nevi bir diktatörlüğe...

Evet. Mikro bir alanın Hitler’i olmak gibi... Bence özgürleşme söylemlerinin temel handikabı da budur. Kendi kurduğu mikro iktidar alanında çok daha totaliter tutumlar çıkıyor. İktidarın parçalanması ve ayrışması çeşitlilik ve serbestleşmeye neden oluyor ancak buna kendi içinde korkunç bir tektipleşme eşlik ediyor. Beden ve söylem arasındaki çelişkiyi hisseden herhangi biri, örneğin bir feminist, kendi cinsel kimliğini söylemin kendini adım adım gerçekleştirdiği bir özgüvenle okuyamaz. Hikâyesini hem meta-tarihsel süreçler hem de kendi hikâyesindeki süreksizlikler üzerinden okumak zorundadır. Siz bir şey yapmak istiyorsunuz ve yapmak istediğiniz şey karşınıza hiç de niyetlenmediğimiz sonuçlarla çıkabiliyor. Cinsiyetteki üçüncü yolcu yaklaşımların handikabı, hayatın niyetlenmedikleri sonuçlarına gebe olduğu ihtimalini göz ardı etmeleridir.

  • Böyle bir karşılaşmada ya kendinizi gözden geçirerek ya da yokmuş gibi davranarak kendi köktenciliğinize geri dönüyorsunuz. İlki daha doğru. Çünkü hayat Zygmunt Bauman’ın deyişi ile, “Ölmüş kimlikler mezarlığıdır.” Siz büyürken, koşullar ve ilişkileriniz içinde, hayatı anlamlandıran birtakım sabiteleriniz olur ama tarifler, İbn-i Sina’nın dediği gibi, geçicidir. Koşullar değiştikçe, katılanlar değiştikçe, siz değiştikçe, ister istemez değişmezmiş gibi düşündüğünüz sabitelerin başka yerlere doğru gittiğini görebilirsiniz.

Aslına bakarsanız değişime gösterdiğiniz dirençtir toplumun sınırları... Tüm değişkenlerle rağmen pedofili ve ensest gibi yasakların bir hükmü olmasının sebebi budur. Günümüzdeki öykümüzde ise egolarımıza gömüldüğümüz için bu kimliklerin dışında ne olup bittiğine kafayı takmıyoruz. Hâlbuki içlerine gömüldükçe kimliklerimiz de çok daha kırılgan hâle geliyor. Bizi kuşatması gerekirken, bizim sürekli onu kuşatmamız, koruyup kollamamız gerekiyor. Nadide inciler gibi…

Türlerin birbirine üstünlüğü olmadığını düşünenler de var. Body-art alanında performans sergileyen Orlan gibi. İnsanların hayvanlardan üstün olmadığını düşünerek, elmacık kemiklerini çıkarıp, kendisine boynuz olarak ekleyip, vücudunu deforme eden bir sanatçı… Böyle “delilikler” insan soyu için tehlike arz etmez mi?

Bedeni salt bir inşa sürecine indirgediğinizde bir yerden sonra insan türünün kendi türdeşleriyle olduğu kadar, diğer canlılar ve cansızlarla da ilişkisini yeniden gözden geçirmek zorunda kalıyorsunuz. Bir tanımı içselleştirdiğiniz zaman, sınırlar çok doğal gözükür. Zaten “İnsanlar hayvanlarla evlenmez” dersiniz. Modern öncesi kimliklerin ya da klasik modern kimliklerin temel meselesi, her şeyi tayin etmek gibi bir arayış içinde olmamalarıydı. Daha çok karşılaşılan farklılıkların düzenlenmesi, pratik biçimde örgütlenmesi, daha sonra modern dönemde olduğu gibi bunun büyük bir anlatıya dönüştürülmesi gibi…

Kervan yolda düzüldü yani...

Bir anlamda öyle. Tanrı’nın ölümü, mitlerin sonu denilen büyük anlatıların çözülmesi beraberinde bizi bir zamanlar diğer şeylerle aramıza koymakta beis görmediğimiz sınırların anlamını sorgulatan bir noktaya getirdi.

Mehmet Emin Balcı

Bir açıdan makul bir şey bu. Madde ve mana ya da doğa ile kültür arasındaki sınır kalkınca insan-bitki, insan-hayvan arasındaki farklılıkları nasıl tanımlayacağız şeklinde bir arayışın gelmesi olağandı. Biz bu örneklere nadir ve alışılmamış olması nedeniyle radikal diyoruz. “Hayvanla evlenilir mi”, “İnsan tabii ki hayvandan farklıdır” diyoruz. Bizim sapkınlık dediğimiz, kendini bir hayvana benzetmeye çalışan birey, kadının erkeğe, erkeğin kadına geçiş arayışından farklı bir epistemik çerçeve kullanmıyor. Biz bunu şu an çok istisna gördüğümüz için, mantıksız olduğunu düşünüyoruz. Ama bedenin “zaten öyleliği” arasındaki her şeyi soru işaretleriyle döşediğimizde, tüm ilişkiler geçerliliklerini kaybederler ve yeniden modellenmeleri gerekir. Kişisel travmalarını bir yana bırakırsak, bunu yapanlar gayet normal insanlardır. Hatta bizim bir sosyal medya profili oluşturmamızdan farklı bir şey yapmazlar. Cleopatra ya da Angelina Jolie’ye az çok benzemeye çalışmaktan çok farkı yok aslında. Daha radikal, daha düşünmediğimiz, o kadar uçlarını göremediğimiz bir kimlik tercihinde bulunuyorlar. Ama hepimiz her gün, farklı ortamlarda kendimizi olmak istediğimiz bir şeylere benzetmiyor muyuz?

Freud'un çalışmaları bu bağlamda cinsiyetsizleşmeyi savunan marjinal gruplara neler söylüyor? Özellikle baba-oğul hikâyesiyle, ensest üzerinden...

Freud, ensestin insanın doğasından gelmeyen bir şey olduğunu söyler. Bir erkeğin kadını veya erkeği arzulaması temelde bizim kendi bilinç dışı arzumuzun üretimidir. Çünkü bilinçdışı arzu, nesneyi önceler. Öte yandan cinsel nesne, tercihleri dürtüleri denetleyen birtakım davranış kalıpları üretir. Bir erkeğin şıp sevdiliği veya kadının eşini kaybetmesinin ardından hâlâ onun hatıralarıyla hayata devam edip evlenmeyi düşünmemesi gibi... Kadın öldüğü zaman erkeğin ilk yaptığı yeniden evlenmektir, doğal da görülür. Kadınlardan ise evlenmemesi beklenir. İddet dönemi gibi biyolojik gerekçeler veya daha kültürel pratikler nedeniyle. Aslında bizim erdem diye gördüğümüz bu durumlar iktidar ilişkileriyle birlikte karşımıza çıkıyor. Mağduriyet, eşitsizlik, dediğimiz haksızlıklar aynı zamanda kendi erdemlerini de üretiyor.

Freud

Freud’un günümüz toplumsal cinsiyet söyleminden farkı sadece 19. yüzyılda yaşamış olması değil. Cinselliği, cinsler arasındaki farklar üzerinden okuması. Yani Freud için erillik ve dişillik her egonun sahip olduğu iki dürtü. Öte yandan erillik ve dişillik tatmin ve organize edilirken birtakım sansürlemeler, kültürel düzenlemeler erkeğin ve kadının belli bir rol kalıbına alttan alta girmesine yani bilinçdışının yapılanmasına imkân tanıyor. Freud’un temel amacı üstteki toplumsal farklarla, alttaki libidal benzerlikleri birbirine tercüme edilebilir hâle getirmekti. Farkları bütünüyle yadsımak değil.

Üçüncü bir türden bahsetmez yani Freud?

Freud bize bu konuda bir şey söylemez. Yani 19. yüzyılın mantığı bize bir şey söylemez. Hikâyemiz bu noktada şuna dönüyor: 20. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte bastırılan biliçdışı duyguyla, bunu bastıran yukarıdaki kültürel formasyonlar arasındaki gerilim, 1960 sonrasında bir kırılmaya uğradı. Kısacası, altta bastırdığımız ne varsa yukarı çıktı. Freud’un Kültürdeki Huzursuzluk dediği tatminsizlik, sizin kendi arzunuzu gemlemeyi öğrenmenizle doğru orantılı olarak büyür. Geç modern dönemde bu huzursuzluk öyle yıkıcı bir güce ulaştı ki, kültürün içinde bulduğu her şeye tasallut etti. O zaman da bir zamanlar hayatı açıkladığımız, uğruna öldüğümüz iktidar, ideoloji, uygarlık gibi kavramlar ya da kadınlık-erkeklik gibi doğal kategoriler tutunamamaya başladı. Her şeyi açıklayacak bir kültürel idealizm olmadığından küçük ama samimi bir benlik arayışına girildi. Bu da kültürel bir narsizm doğuruyor. Psikiyatrik teşhisten daha farklı bir durumdan bahsediyorum burada. Freud, birkaç vakası olmasına rağmen doğrudan narsisizmle ilgilenmez ama günümüzde bizim kimliklerimizin olmazsa olmazı narsisizmdir. Dünyayı, kendimize atfettiğimiz bir benlik imgesi etrafında kuruyoruz. Kendimize “ben buyum” diye bir özdeşlik buyuruyoruz ve yalnızlığımızla ayakta kalmaya çalışıyoruz. Dünyanın geri kalanı ise gözümüze sadece aşılması gereken engeller gibi gözüküyor.

Artık herkes toplumla beraber değil, kendi için hareket etmek istiyor.

Freud’un benlik tasarımı arzuyu bastırmak ve bir ideal ben adına kendinden vazgeçmeye dayanıyordu. Kantçı vazife ahlakı benliğin aşkın bir ahlak ilkesi adına kendi ile arasına mesafe koyması üzerinden biçimleniyordu. Bilimin, teknolojinin ve insanlığın diğer büyük başarılarının bu erdem üzerine kurulduğu ve uygarlığı ilerlettiği düşünülüyordu. Ama başarı büyüdükçe fedakârlık etmek zorunda hissettiğimiz şeylerin sayısı ve kapsamı da artıyordu. Bu nedenle de kültür bir yerden sonra patlama yaşıyor. 1968’de cinsellik patlamasının kolonyalist patlamayla, yani beyaz adama karşı siyahi bir öfkeyle beraber gitmesinin nedeni buydu. Büyük kültürel bir bastırmayı yıkıcı bir söylem takip ediyor. Onun içinde kaldığında her şey çok ikna edici, inandırıcı! Ama dünyaya aktığı zaman donan kimlikler bunlar.

Yani bu kimliklerin devamı yok mu?

Devamı yok. Çünkü bu donma ile kendilerini savunmak zorunda hissediyorlar ve sınırlarını görüyorlar. Ama başka bir noktada çok kırılgan hâle geliyorlar. Bu nedenle farklı bir kişinin, yorumun, ezberinizi tümüyle bozabileceği bir kimlikten bahsediyoruz. Bizim hikâyemiz ötekiyle nasıl yaşayacağımız hikâyesidir. Ötekinin cinsiyetten, iktidardan bağımsız olarak verili bir durum olduğunu söylüyorum. Kendi çerçevemize uydurduğumuz sürece ötekini öldüreceğiz. Unisex öyküsü bir nevi insanın kendi bedenini öldürme öyküsüdür.

Beyaz adamınki siyahı öldürme; erkekliğinki de kadını öldürme öyküsüne dönüşüyor. Ötekinin yalnızca kendine benzediği sürece ona bir imkân tanıma meselesi cogito’dan beri bizim varoluş tarzımızın esasını oluşturur.

Sürecin geldiği bu nokta, muhtemelen Descartes’ın düşünmediği bir şeydi, yeni ve çok incelikli tehlikeler doğuruyor. Kendimizden bir yerde vazgeçmek zorundayız! Bunu yapmadığımız sürece “Neden benim gibi değil?” diyorsunuz, sonra da “Beni anlamıyorsunuz!” cümlesi geliyor. Bunu bir ergen söylediği zaman “Ergen işte. Kendini doğru ifade edemez, bedenini ve duygularını kontrol edemez” diyoruz. Ama bu ergen yaşlanıyor, belki kendi hayatını kazanıp, kırk yaşına giriyor. Örneğin orta üst sınıf bir beyaz yakalı olduğunda hâlâ, “Beni anlamıyorsunuz!” diyor. Sonra da herkesin onu anlayacağı bir Ege kasabasına kaçma düşü görüyor. Yani bu yetişkin insan o ergenlik travmasıyla aynı yerden besleniyor. Kimileri bu tipe de ergen diyor çünkü yetişkin kültürüne katılmasını bekliyor.

Ortada bir yetişkin kültürü var mı peki?

Olmadığında, o zaman yetişkinlik “bu” olmaya başlıyor. Bir zamanlar bizim yetişkinliğe atfettiğimiz olgunluk ve aklı başında olmak gibi niteliklerin de altı oyulmaya başlandı. Bambaşka yetişkinlik tipleri arasında “Acaba hangisi doğru söylüyor” diye düşünüyoruz. Peter Pan masalından çıkıp, sıklıkla karşılaşılan bir sendroma dönüşüyor. “Her erkek biraz büyümemiştir” gibi laflar çıkıyor. Tabii ki büyümez. 18 yaşında hukuken reşit olan bir bireyin, önünde 12 yıl daha koyuyor ve okul, askerlik, iş gibi dönemeçler beliriyor.

Dolayısıyla ergenliği 40’a sarkıyor.

Sarka sarka zaten eklemlenebileceği bir yetişkinlik kültürü de kalmıyor. Ben yine de yaşadıklarımızın iyi bir şey olabileceğine inanıyorum. İlla kötü olmak zorunda değil. Ütopyalar bize potansiyelimizi gösterir. Kara bir tabloyla bitmesi gerekmez. İnsanın hatalarını görmesi için bir fırsata da dönüşebilir. Kendi çayını koymaktan aciz adamlar gerçekten de çok sıkıcı olmaya başlamadı mı? Dolayısıyla yaşadıklarımız, her şeye rağmen, önümüzdeki süreci nasıl okuduğumuzla biçimleniyor. Bunu bir köktenci eleştiriye de yıkıma da çevirebilirsiniz ama ikisi de hayatı ıskalar. İnsanlığın devraldığımız hikâyesini hatalarıyla karşılaşma ve hesaplaşma fırsatı olarak görürsek süreci ümitvar bir öyküye dönüştürebiliriz. Ama bunu yalnızca kendimizi savunmak veya yoktan yaratmak fikri üzerinden okursak, yaşadığımız birçok hikâyeyi ve deneyimi tümüyle çöpe atmış oluruz. Orta sınıfların genelde kontrollü, planlı olması beklenir ya, bu sınıfsal planlama, beraberinde hiç beklemediğimiz yıkımların ve sürprizlerin hayatlarımıza musallat olmasını da getiriyor. Ama mesele şu ki artık hepimiz zaten bu orta sınıfın içindeyiz.

Köprüden önce son çıkış yok mu?

Hayır, günümüzde orta sınıflaşmadan kaçamadığınız gibi onun beklentilerinden, taleplerinden ve beklenmedik sonuçlarından da kaçamıyorsunuz. O yüzden annesi çarşaflı ama çocuğu eşcinsel gibi sonuçlar şaşırtıcı değil. Bernard Shaw, “İnsanın iki trajedisi vardır. Birisi istediklerine erişememekten, öteki ise erişmekten gelir” diyor. Cinsel ögelerin tamamen ayıklandığı bir söyleme çocuğunuzu kanalize ettiğinizde çocuk beklemediğiniz bir cinsiyet karşıtı hâline gelebiliyor. Biz farklılıklarla nasıl ilişki kuracağımızdan ziyade, farklılıkları ortadan kaldırmaya yönelik bir asimilasyon kültürü ortaya çıkarıyoruz. Bazı ögeler hiç yokmuş gibi davranıyoruz.