Dijital çağ yahut dışarının dışarısı

İKBAL BAKIR
Abone Ol

Yeni çağın nasıl bir dünya ortaya çıkardığı üzerine düşünmek gerekmekte. Özellikle bu son koronavirüs meselesinin de daha çok bu dijital dünya fikri üzerinden tartışıldığını dikkate alırsak bu dijital dünyanın yahut yeni dijital çağın ne olduğu düşünmek daha gerekli hale geliyor.

İnsanız ve insan olmak bakımından tarihsel varlıklarız. Milletlerimizin, toplumlarımızın, devletlerimizin, dinlerimizin ve medeniyetlerimizin bir tarihi var. İşte bütün bu büyük kavram ve birlikleri ihtiva eden insanlık tarihi diye bir şeyden bahsedebiliyoruz. Böyle bir kavramın kullanılma meşruiyetinin olup olmadığını göz ardı ederek bu insanlık tarihinin nasıl tasnif edildiği mevzusuna gelmeye çalışalım. Buna göre bir çok tasnifin yanında en genel ve bilinir olanı, insanlık tarihini birbiri ardına gelen ve ilerleyen çağlardan müteşekkil olarak görme anlayışıdır. Yine bu ilerleme fikrini de görmezden gelerek bu genel tasnifin vardığı yerden bahsedelim. Buna göre son çağ olarak bildiğimiz atom çağından sonra yeni bir çağ ortaya çıkmaktadır ve bu yeni çağın ismi dijital çağdır. Gerçekten yeni bir ismi hak edecek bir değişim ortaya koymuş mudur bu apayrı bir soru. Lakin anlayabildiğimiz kadarıyla bu yeni çağın nasıl bir dünya ortaya çıkardığı üzerine düşünmek gerekmekte. Özellikle bu son koronavirüs meselesinin de daha çok bu dijital dünya fikri üzerinden tartışıldığını dikkate alırsak bu dijital dünyanın yahut yeni dijital çağın ne olduğu düşünmek daha gerekli hale geliyor.

İçeri ve dışarı; birbirini zorunlu kılan iki kavram. En genel anlamda birisi kendini, özü, zatı, aynıyı temsil ederken diğeri; başkasını, sıfatı, arızi olanı ve başkayı temsil eder.

Bir çok farklı açıdan ele alınabilecek bu meseleyi bir felsefeci olarak bendeniz, içeri ve dışarı kavramları temelinde düşünmeye çalışacağım. Buna göre bu dijital dünya fikrini en genel manada bir çeşit dışarının kaybolması olarak düşünüyorum. O halde dışarı nedir? Bu soru tek başına kendinden itibaren cevaplanabilecek bir soru değil, onu ancak içeri kavramıyla birlikte düşünerek cevaplayabiliriz ki bu iki kavram aynı zamanda zıt, karşıt ve kardeş kavramlar olarak görülebilirler. Çok detayına girmeden bu iki kavram üzerinde düşünmeyi deneyelim.

İçeri ve dışarı

İçeri ve dışarı; birbirini zorunlu kılan iki kavram. En genel anlamda birisi kendini, özü, zatı, aynıyı temsil ederken diğeri; başkasını, sıfatı, arızi olanı ve başkayı temsil eder. Felsefe ve düşünce tarihi boyunca içeri ve dışarı kavramlarının muadili sayılabilecek bu kavramların ilişkilerinin nasıl kurulması gerektiğine dair bir çok farklı bakış açısıyla karşılaşmak mümkündür. Birçoğu aynıyı ve özü esas olarak kabul edip başka ve sıfatı ikincil ve arızi olan olarak düşünmekteydiler. Az bir kısmı tanımlanamazlıkları ve sabitlenemezliklerinden hareketle aynıyı ve özü ya reddetmişler yahut onları sıfatların toplamından müteşekkil izafi varlıklar olarak düşünmekteydiler. Elbette böyle yapmakla özü, sıfatlara indirgenebilir ve aslında var olmayan bir şey olarak düşünmüş oluyorlardı. Kanaatimce özü bu şekilde ele almak özü tamamıyla reddetmek demektir zira öz denen şeye has bir varlık ve aşkınlık gereklidir ve bu düşüme biçiminde bu bunu bulmak mümkün değildir.

Peki bu iki temel yaklaşımın haricinde bir yol bulmak mümkün müdür? Ben böyle bir yolun var olduğunu ve özellikle Müslümanlığın düşünme biçiminin bu türlü bir yolu takip ettiğini düşünüyorum.

  • Bana öyle görünüyor ki bu düşünme biçimi içinde aynı kadar başka da gerekli, anlamlı ve zorunludur. Bu iddiayı en genel çerçevede dinlere ve özellikle Müslümanlığa has ikiliklerde görmek mümkündür: sonsuz ve sonlu, tanrı ve alem, tenzih ve teşbih, ayrılık ve birlik, batın ve zahir, dünya ve ahiret, iman ve akıl, iman ve fiil, hayır ve şer, kader ve irade vs. bu bağlamdaki en temel ikilikler olarak düşünülebilir.

Bütün bu birbirine indirgenemez ikiliklerde gördüğüm şey, içeri ve dışarıyı aynı anda gerekli kılan bir düşünme biçimine işaret ediyor olmalarıdır. Elbette Müslüman dünya içindeki düşünce tarihi boyunca bu ikiliklerin ilişkilerinin nasıl kurulacağına dair çok farklı yaklaşımlar görmek de mümkündür; kanaatimce bu farklı düşünme biçimleri, aynı mevzunun felsefe tarihi içerisinde ele alınma biçimlerinden çok da farklı değildir. Buna göre bir taraf daha çok tenzihi ve aynıyı vurgularken diğer taraf, teşbihi ve sıfatları (başkayı) vurgulama eğiliminde olmuşlardır. Aslında bir tarafın daha çok imanı, kaderi ve niyeti vurgulaması diğer tarafın ise ameli, iradeyi ve yasayı vurgulaması bir ölçüde bu ayrıma işaret eder. İşte bu basit ayrımda içeriyi ve dışarıyı bir ölçüde görmekteyiz.

İletişimin mekansızlaştırılması: Dijitalleşme, iletişim ve salgın
Nihayet

Ben bu iki eğilimin de bir ölçüde eksik ve problemli olduğunu düşünüyorum zira en başta ima ettiğim gibi bu ikiliklerin birbirlerinden ayrılamayacaklarını zira her birinin diğeri tarafından kurulduğunu düşünmekteyim. Elbette bunu söylemek, bu ikiliklerin her iki kutbunun birbirine eşit olduğunu söylemek olarak anlaşılabilir ancak kanaatimce bu böyle anlaşılmamalıdır. Her ne kadar bu ikilikler birbirini var etseler yahut daha hafif bir ifade ile birbirine muhtaç olsalar dahi bu ikisin de aynı şiddetle var oldukları anlamına gelmez; zira aynı şiddetle var oldukları anda ikisi de mutlak zorunlu olmak bakımından bir ve aynı olurlar ve ikisi arasındaki ayrım ortadan kalkar. Başka bir ifade ile; aynı, aynı olmaktan çıkar ve başka da, başka olmaktan çıkar.

Belki bir diğer yol aynı ve başkayı mutlak olarak birbirinden ayırmak olabilirdi. Ancak buradaki eksiklik ve problem diğerindeki problemden kesinlikle daha az değildir. Zira aynı ve başka arasındaki mutlak ayrım bu iki varlık ve kavram arasındaki ilişkiyi tamamıyla ortadan kaldırdığı için bu ikisini aynı çerçeve ve aynı ölçü içinde ele alıp birine aynı diğerine başka deme imkânını tamamıyla yok eder. Bu durumda bu iki kavram kendi mutlak tekillikleri içinde sınırlanmaz ve bundan ötürü tanımlanamaz ve hatta üzerine konuşulamaz hale gelirler.

İşte bütün bu genel felsefi ve teolojik tartışma içeri ve dışarı yahut içsellik ve dışsallık meselesini anlamak ve tartışmak için oldukça anlamlı bir zemin olarak düşünülebilir.

Buna göre içeri ve dışarı bütün bu ikilikleri ihata eden en genel çerçeveyi ifade eder. Böylece de aynı ile başkanın ilişkisine yahut öz ve sıfatın ilişkisine dair farklı düşüme biçimleri benzer şekilde içeri ve dışarı kavramları için yapılabilir. Bu durumda, içeri ve dışarı ilişkisine dair en temel yaklaşımları sıralamak gerekirse şunlar söylenebilir: ilki içerinin kendine has mutlak bir varlığının olduğuna ve dışarının içeriyle hiçbir bağının olmadığıdır. İkincisi, içerinin tamamıyla dışarıda olanların toplamından ibaret olduğuna dair fikirdir ki bu durumda içeri dışarıya indirgenmiş olmaktadır. İlk yaklaşımı mutlak ayrım ve fark kavramları üzerinden ikinci yaklaşımı mutlak birlik ve teklik kavramları üzerinden düşünmek mümkündür. Biz, daha evvel aynı ve başka kavramlarında yaptığımız gibi, burada da üçüncü yolu tercih edeceğiz. Buna göre içeri ve dışarı birbirini kuran iki kavram olarak düşünülmelidir ki bu haliyle ikisinin birbirinden ayrılmaları mümkün değildir. Yine de bu, içeri ve dışarının eşit zorunlulukta ve eşit varlık seviyesinde iki kavram olduğu anlamına gelmez zira içeri zorunluluk ve varlık şiddeti bakımından kesinlikte dışarıdan üstündür ve ona aşkındır.

İçeri ve dışarının tarihi

Bütün bu genel felsefi girişin ardından bu meseleye dair temel yaklaşımların insanlığın son beş asrındaki tezahürüne bakmak epeyce anlamlı bir çaba olabilir. Buna göre, özellikle batı düşüncesi ve kısmen Müslüman dünyası için, modern düşünme ve var olma biçiminden evvel özlerin ve içerinin tartışılmaz değeri ve anlamından büyük ölçüde söz edilebilir. İşte bu çağlarda içeri, hakimiyetini metafizik zeminin üstüne kurmuştu ve bu metafizik zeminle ilgili eskiler şöyle demişlerdi: “özler üzerine büyük savaş”. Başka bir deyişle, bütün tartışma özlerin ne olduğu üstüneydi ve genel ekseriyet özlerin varlığını tartışma mevzusu dahi etmekten imtina ederdi. Özlerin hüküm sürdüğü bu eski çağlarda içerinin ayrık ve mutlak aşkın varlığına dair tartışılmaz bir inancın var olduğu söylenebilir. Yine özlerin hüküm sürdüğü bu çağlarda özler için savaşılır ve ölünürdü. Bunun en büyük tezahürü insanların kendilerini iman ettikleri aşkınlıklar üzerinden tanımlamaları ve toplumlarını ve devletlerini bu iman üstüne kurmalarında görebiliriz.

Bilimin, dışarının ve somutun yükselişiyle en çok yaralanan kavramlar, tanrı, ruh ve iman gibi en özsel kavramlar olmuşlardır.

Diğer yandan, içerinin hüküm sürdüğü bu eski çağlardaki en temel eksik ve problem, dışarının konumlandırılma biçimiyle ilgilidir. Buna göre, dışarısı ikincil ve arızidir ve bu haliyle içeriyle hiçbir özsel bağı olmayan bir kavram olarak düşünülmektedir. Bununla beraber dışarının ikincil ve gölge varlığa dönüştürüldüğü bu çağlarda içeri ve dışarı arasındaki ilişkide içeri mutlak yüce olmak bakımından faaliyeti ve özneliği olan yegane şey olarak görülmektedir. Şayet bu ikisi arasında bir hareket varsa bunun içeriden dışarıya doğru bir hareket olması beklenirdi. Başka bir deyişle, dışarının gerçek bir var olan olarak etki edebilecek bir doğasının olduğu ve bundan ötürü dışarıdan içeriye bir hareketin de mümkün olduğu fikri göz ardı edilmekteydi.

Öyle görünüyor ki öz ve içeri üstüne kurulan bu eski düşünme ve var olma biçimi, sıfatları ve dışarıyı hafife almaktaydı. Bu durum özellikle Hıristiyan düşünce dünyası için böyleydi zira Hristiyanlık, bu dünyanın düşkünlüğünü ve sonlunun değersizliğini neredeyse bir dogma olarak kabul etmişti. Bu, sonlunun ve dışarının hıristiyanlık tarafından hor görüldüğü ve dışlandığına işaret eder ki bu da dışarının ve formun yükselmeye ve parlamaya başladığı ilk yerin Hristiyan dünyası olmasını durumu açıklar.

  • Buna göre, Rönesans ile başlayan modern düşünme biçimi, tam olarak dışarının, somutun ve formun geri dönüşü ve intikamını alması olarak değerlendirilebilir. Forma ve dışarıya yönelmenin ortaya çıkardığı değişimin boyutuna bakarak form ve dışarının ne kadar etkili ve bir dereceye kadar kurucu olabileceğini de görebiliyoruz aslında. Dışarının yükselişinin bu derece etkili ve tesirli olmasından anlaşılması gereken şey, dışarının ve formun belki de o kadar dışsal ve arızi olmadıklarıdır.

Diğer yandan, bu yeni modern düşünme biçimi, bu gerçeği bu ağırbaşlılık ve bu ölçülülükte söylemenin oldukça uzağındaydı. Zira bu düşünme biçimi dışarı ve formu(somut) neredeyse tek gerçeklik olarak kabul etmekte ve içeri ve özü ya tamamıyla reddetmekte yahut özü dışarıya ve somuta indirgemekteydi. Örneğin bu düşünme biçiminin insanı somut ve dışsal var oluşu üzerinden anlama biçimini düşünelim. Buna göre eskilerin insanın özü ve içerisi olarak düşündükleri insan ruhu ya tamamen reddedilmekte yahut bir takım yaşamsal fonksiyonlara indirgenmekteydi. Elbette insanı tanımlayan bir öz olarak bir insan idesinden bahsedilebilir. Ancak bu öz, tamamıyla dışarı ve form içinde erimiş bir öz olduğundan ötürü yine bu dışsal düşünme biçimi, insanı bir hayvan türü olarak tanımlayabilmişti. Her türden özsel kavramın karşısında bilimin, sonlunun ve somutun yükselişi, bir ölçüde dışarının ve forumun hakiki varlıklar olduğu fikri üzerine temellenmekteydi. Bilimin, dışarının ve somutun yükselişiyle en çok yaralanan kavramlar, tanrı, ruh ve iman gibi en özsel kavramlar olmuşlardır.

İçeri ve dışarının son beş asırdaki garip tarihinin bir kısmı bundan ibaret gibi duruyor. Buna göre içeri ve dışarı arasında bir sarkaç ilişkisinin var olduğundan bahsedebiliriz. İlk başta tamamen içeriyi ve özü ve tek gerçek ve mutlak, dışarı ve somutu gölge ve izafi varlık olarak görmek, tam zıddı bir düşünme biçimine evrilmiştir. Bu yeni düşünme biçiminde ise dışarı ve somut hakiki varlığa dönüşmüştür. Diğer yandan içeri ve öz izafi varlıklara dönüşmüşlerdir. Aslında iç ve dış arasında gördüğümüz bu sarkaç ilişkisi bize bir hakikati ifşa ediyor: iç ve dış ya tek bir varlığın iki yüzünü yahut iki kutbunu temsil ediyor. Yahut da ilk başta söylediğimiz gibi, iç ve dış her zaman ve durumda birbirini gerektiren ve kuran iki kavram ve biri göz ardı edildiğinde diğerinin içinde bir şekilde bulunuyor ve zamanı geldiğin büyük bir şiddetle kendini gösterip intikamını alıyor. Bu da, bizim içeri ve dışarı arasındaki muhtemel ilişkileri ele alıp sonrasında önermeye çalıştığımız üçüncü yolun büyük ölçüde geçerli olduğunu gösteriyor.

Covid-19’un düşündürdükleri: Riskler ve sosyal politikalar
Nihayet

Peki, modern zamanda egemenliğin içeriden dışarıya geçmesiyle bütün bu içeri-dışarı hikâyesi bitmiş midir? Elbette hayır. Ancak bugünlerde tanık olduğumuz gerçeklik bir tarafıyla çok basit diğer tarafıyla çok karmaşık bir duruma işaret ediyor. Basit olan tarafı, dışarının yeniden erimeye başlaması ve içeriye dönüşü andıran bir hareketin ortaya çıkmaya başladığına dair bir takım emareler görüyor olmamız. Bu durum, içeri ve dışarı arasındaki basit sarkaç hareketinin bir devamı olarak görülebilir. Diğer yandan meselenin karmaşık tarafının ise iki temel noktası var gibi görünüyor. Bunların ilki şudur: bu yeniden içe dönüşün döndüğü hiçbir içeri ve öz bulunmuyor. Böyle dememin sebebi öz ve içeriye dair yüceliğin ve buna bağlı buyurganlığın bu yeni içeride bulunmuyor olması. İşte tam bundan ötürü bu yeni içeride içerinin hiçbir sabitliği ve devamlılığı bulunmuyor, içeri sürekli tüketiliyor ve yeni içerilere yelken açılıyor. Aslında bu içeri anlayışındaki çarpıklığı da ortaya döken bir durum: hakikatte içeri ve öz, bütün sıfatları ve somutu aşması bakımından herhangi bir somutluk içerisinde dondurulabilir bir şey değildir ancak bu yeni içeri tam olarak bu dondurulmayı ifade eder. Dondurulmuş her içeri bir çeşit somutluğa ve dışarıyı dönüştüğünden ötürü her yeni gelen içeri, tüketildikten sonra değiştiriliyor ve yerine yenisi bulunuyor. Belki de tam olarak bundan ötürü yeni zamandaki içeri dönüş hareketinin vardığı yer, tekillik diye adlandırılan ve boş benlik hariç her şeyi reddeden garip bir new age fikrinden öteye gitmiyor.

Yeniden içeriye dönüşün karmaşıklığına dair ikinci mesele ise şudur: dışarının ve somutun kaybı. Her türlü içeri doğru hareket dışarıdan itibaren olur, dışarının üstüne basarak yahut dışarıyı yadsıyarak içeri dönülür. Bu yine de dışarının yok edilebileceği yahut yok edilmesi gerektiği anlamına gelmez zira her içeriye dönüş dışarıya muhtaçtır ve bu haliyle dışarıyı yok etmek şöyle dursun onu zorunlu kılar. O halde içeriye dönüş olmasa bile dışarının orada duruyor olması, içeriye dönüş ihtimalinin her durumda bir şekilde var olması anlamına gelir. Daha evvel ifade etmeye çalıştığımız iç ve dış arasındaki özsel ilişki, tam bu hakikati ifşa ediyor. Öyle görünüyor ki bu özsel ilişkiden ötürü dışarı içeriden bir pay alıyor ve dışarının içinde içeri zayıf bir biçimde de olsa bulunuyor. Bunun söylemekle ifade etmeye çalıştığımız şey şudur: dışarının tamamıyla kaybı, içeriye dönüş ihtimalinin tamamen kaybolmasıyla neticelenecektir.

Özellikle dijital çağ dedikleri bu garip yeni zamanın hakikati, işte bu dışarının ve sonlunun kaybından ibaretmiş gibi görünüyor bana. Böylece sonlu, dışarı ve somut, kendilerine has varlıklarını ve etkilerini kaybedip bir takım görüntülere indirgenmiş oluyorlar ve somut olmak bakımından somutluklarını kaybediyorlar. Buna ya dışarının yok edilmesi yahut dışarının da kendi dışarısına çıkarılması denebilir.

Dışarının tezahürü

Bu yazı, dışarının somut tezahürlerine bakmaktan daha çok dışarı kavramını kendi içinde ele almaya çalıştı. Ancak dışarı kavramının birçok somut tezahürü elbette var. Aşağıdan yukarı gidecek olursak bizzat tekil insanın kendi içindeki ayrım ve ikilik: zat ve sıfat ve/veya ruh ve beden ilişkisi. İnsanın özü diyebileceğimiz ruh, yadsınalı çok oldu; öyle görünüyor ki artık onun bedeninin yadsınmasının zamanı geldi.

Bedene tapınmanın ve bedensel hazların bu kadar yüceltildiği bir çağda söylediğim şey, epeyce saçma ve anlamsız gelebilir. Diğer yandan bu mesele, bu kadar basitçe düşünülmemesi gereken bir meseledir.

Demem o ki bedenin beden olarak varlığı yahut bedenin somut bir var olan olarak varlığı yadsınıyor aslında. Bir taratan beden sonluluğundan soyundurulup bir çeşit öze ve içeriye dönüştürülüyor diğer taraftan ise bedenin kendine has varlığı, baştan sona değiştirilebilir bir oyun hamuruna çevriliyor. Her iki durumda da sonlu ve somut beden hem yerinden ediliyor hem de yok ediliyor. Belki de yeni cinsiyetleri konuşabilmenin en temel zemini, sonluğun sonluluk olarak var olmaktan çıkarılmasıyla ilgilidir. Başka bir deyişle, kendine has bir var oluşu olan sonlu beden reddedilmeden bedeni yok sayan bir takım yeni cinsiyetlerden bahsetmek mümkün olmazdı. Bununla beraber; bir diğer ayrım ve ikilik, ben ve başkası ikiliğidir. Açıkça görülebileceği gibi artık benlikler başkaları ile ilişkileri içerisinde kurulmuyor ve benliğin kendinden itibaren kurulabileceğine dair yüzeysel ve derinleştirilmemiş bir fikir ve inançtan bahsedebiliyoruz.

Dijital çağ denen fenomen, dışarının ve sonlu dışarı ve sonlu olmaktan çıkarılmasından ibarettir.

Halbuki başkaları aynamızdır ve onlara bakarak kendimizi kurabiliriz; hiç değilse en azından başkalarının sınırımız olduğu ve böyle aslında bizi bir ölçüde tanımladıklarını görmek çok da zor değildir. Tam olarak bundan ötürü, başkasını mutlak olarak “ben olmayan” olarak gören ve başkasıyla sadece hak ilişkisi (ki bu, başkasıyla ilişki değildir; bu ancak kanunla ilişki sayılabilir) kurmayı salık veren kurgusal bir bireysellikten bahsedebiliyoruz. İçeri ve dışarı arasındaki ilişkisin diğer bire somut tezahürü, toplumsal ve siyasal alanda görülebilir ki bu da biz kavramı üzerinden konuşulabilir. Şöyle ki, “biz”in de kendinden itibaren kurulabileceğine dair yine aynı inanç hüküm sürmeye devam ediyor. Buna göre; güya diğer devlet ve milletleri göz ardı ederek her milletin ve devletin kendinden itibaren kurulabileceğine dair boş ve manasız bir inanç hüküm sürüyor. Tam olarak bu boş inançtan ötürü, bütün milletleri aşan bir “evrensel insan hakları” fikrinden bahsedilebiliyor. Aslında bu haliyle, “evrensel insan hakları” fikri, başkanın, diğerlerinin, sonlunun ve somutun reddedilmesinden başka bir şey değil.

Son olarak; yeniden tekrar etmek gerekirse dijital çağ denen fenomen, dışarının ve sonlu dışarı ve sonlu olmaktan çıkarılmasından ibarettir. Bu iki yönlü bir harekettir. Bir taraftan dışarı ve başka, kendiliklerini yitirip bir takım imajlara indirgenirler ve başka olarak başka olmaklıklarını kaybederler. Diğer taraftan; bir çeşit imaja dönüşmüş olmaktan ötürü artı var olmayan ve varlığın yasalarına tabi olmayan paralel ve hayalet varlıklara dönüşürler. Bundan ötürü bu imajlar var olan şeyler gibi çürüyüp yok olmaktan ve büyüyüp gelişmekten mahrum kalırlar. Bu onları, kanserli hücreye benzetebileceğimiz bir çeşit anarşik (düzenin bütününe dahil olmayan, organik olmayan, bağlamsal olmayan) varlıklara dönüştürür. Böylece bu imajlar yok edilemeyen ve bütüne dahil edilemeyen yalancı sonsuzlara dönüşürler.

  • En nihayet, her şeyin izafileştiği bu garip çağda bir yol bulabilmenin, gerçek bir insan olarak var olabilmenin ve bir hakikatten bahsedebilmenin yegane ilkesi, sonsuzu ve sonluyu ve aynı zamanda içeri ve dışarıyı birlikte savunmaktan geçiyor.

Elbette dikkat edilmesi gereken şey, sonsuzun gerçek sonsuz, sonlunun gerçek bir sonlu; yine içerinin gerçek içeri, dışarının gerçek dışarı olmasıdır. Son olarak özleri savunma imkanı çoktan geçmiş gibi duruyor, yeniden özleri savunabilme ihtimali evvela sonluyu ve dışarıyı savunmaktan geçiyor. Yine bu yazı, aslında büyük ölçüde özün, ancak ele aldığı konu bakımından dışarının, başkanın, ben olmayanın, ayrımın, eşitsizliğin ve düşmanlığın öneminin yeniden düşünülmesini tavsiye ediyor. Ne mutlu içeriyi ve dışarıyı birlikte hesaba katarak yaşayıp öyle düşünmeye çalışanlara! Ne mutlu ölçülü olanlara!